Resimler
Videolar
Haberler
Yazılar
Replik Düplik
Kuruluşlar
Benim Dünyam
Kayıt Ol
Oturum Aç
“Çoh Bayramlar Göresin Yavrum!”
Yazı Yaz
807
4680
Memleket Yazilari
Yorum Yaz
Yazdır
Tavsiye Et
10.6.2013
0 yorum
1433
okuma
Malatya Hakimiyet Gazetesi ve Malatya Aktüel Haber Sitesinde yayımlanan son yazım...
Malatya Bayramları
Bayramlar çocuklarla güzel, bayramlar çocuklarla özeldir. Asla unutulmayan ve “Nerede o eski bayramlar?” dedirten bütün anılar, nedense hep çocukken yaşananlardır. Belki de insanlar bundan dolayı hayatlarının sonuna kadar içlerinde çocukluklarından bir parçayı saklar dururlar. Hem de hiç usanmaksızın…
Efendim! Bayramı müjdeleyen ilk hazırlıklar pek tabii ev temizlikleriydi. Bayrama bir hafta kala yoğun ve hararetli bir telaş sarardı hanımları. Halısıydı, perdesiydi derken bütün ev temizlenir; arife günü kapı önlerinin yıkanıp süpürülmesiyle, bütün mahalleyi saran temizlik seferberliği sona ererdi. Süpürgeler, fırçalar, kovalar ihtiyacı olanlar arasında sürekli el değiştirirken, ilkokul sıralarında öğrenilen “Komşu komşunun külüne muhtaçtır!” atasözünün tecellisini görme imkânı doğardı.
Bayramlık kıyafet alışverişi de bu hafta içinde yapılırdı. Yediden yetmişe herkes için yeni bir giysi, pırıl pırıl bir ayakkabı demekti bayramlar. Bu, bayrama verilen önemin göstergesiydi; alınanlar da ihtiyaca değil bayrama mahsustu. Kalpleri dolduran sevincin bedenlere yansımasıydı… Çocukların sevinci ise görülmeye değer bir güzellikteydi! Bayram sabahına kadar giyemeyeceği elbise ve ayakkabıyı yatağının başucuna koyarak uyuyan bir çocuğun iç dünyasının tarifi mümkün müdür? Kim bilir, ne çok yakışacaktı bu kıyafetler kendisine? Kim bilir, herkes ne kadar beğenecekti? “Ah! Şu bayram da bir türlü gelmek bilmiyordu ki!”
Komşuları bir araya getiren en önemli bayram hazırlığı tatlı ve yemek yapımıydı. İncecik yufkalar el birliğiyle açılırken, bir yandan ceviz dövülür, bir yandan da tepsiler yağlanırdı. Çarşı, pazardan tatlı alan pek nadirdi! Cevizin memleketinde; üstelik hanımlar bu kadar maharetliyken hazır tatlı da ne oluyordu?
Kullanılan malzeme aynı olmasına rağmen her evin baklavası farklı lezzetteydi. Demek ki tatlıya lezzeti veren, o hünerli ellerdi. Fırınlarda nar gibi kızartılan baklavaların şırasının kıvamı ve miktarı da bir o kadar ehemmiyet arz ediyordu. Kantarın topuzunu kaçırmadan dökülmeliydi şıra. Ne az, ne fazla! “Uy anam! Hele şu şirenin ahışına bah! Sanki tepsiye bal dökülüyü!” sözü bir icazetname hükmündeydi! Demek ki ayar tutturulmuştu!
Üzerine anıh[1] dökülmüş gendime çorbası, içli köfte, analıkızlı hazırlanır; Kurban Bayramıysa et, ciğer kavrulur ve ikram sofralarında boy gösterecekleri vakti beklerlerdi. Özellikle Doğanşehir/Polat’a mahsus olan ve ismini bu güzel beldeden alan Polat Köftesi, yörede Ramazan Bayramı’nın olmazsa olmazıdır hâlâ. Kahvaltıda bu köfte yenir ve gelen misafirlere mutlaka ikram edilir. İçli köftenin biraz daha ince, uzun ve iri olanıdır Polat Köftesi. Dışı bulgur, içi kıymadır ve tadına doyulmaz bir nefasettedir. Çocukluğumun kısa bir süresini geçirdiğim Arapgir/Konak’ta da buna benzer enfes köfteler yapıldığını dün gibi hatırlıyorum.
Pütürgelilerin bayram sofralarında da “gıllor” vazgeçilmez bir lezzettir. Bugün özellikle Hanımınçiftliği ve Orduzu’da ikamet eden Pütürgeli hemşehrilerimiz bu güzel tadı Malatya’mıza da taşımışlardır. Gendime çorbası, analıkızlı ve içli köfteye gelince, onlar Malatya’nın öz malı olduğu için her ilçede, her mahallede görülmeleri mümkündür. Yufka ekmek ve ekşili ekmek kültürümüzün yadsınmaz bir parçasıdır ama bayramlarda pişirilenleri daha bir güzel, daha bir lezzetlidir.
Her ne kadar amaçları farklı olsa da hem Ramazan hem de Kurban Bayramında yapıla gelen hazırlıklar ve bayram telaşesi aşağı yukarı aynı idi. Bayram namazı, kabristan ziyareti gibi ritüeller, eş dost ve akraba ziyaretleri, misafir ağırlama adetleri ikiz gibiydi. Yaşlısından çocuğuna evdeki erkekler sabah erkenden kalkarak abdestlerini alırlar ve bayram namazı için mahalle camiine giderlerdi. Namazın büyük bir şevk ve heyecanla kılınmasının ardından hemen evlere dönülmez; caminin avlu kapısı önünde herkes önce birbiriyle bayramlaşırdı. Ramazan Bayramında namaz sonrası eve dönüşle birlikte hane halkı bayramlaşır ve kahvaltıya oturulurdu. Pür neşe yapılan kahvaltıdaki coşkuyu hissetmemek imkânsızdı. Şakalar, espriler o sofraların balı, şekeriydi adeta. Bayramın geldiği öyle içten hissediliyordu ki!..
Eğer arife günü gidilmemişse kabristan ziyareti için çıkılır; ebedi âleme göçen aile büyükleri bu müstesna günde unutulmazdı. İmkân varsa yakın akrabalar da kabir ziyaretinde bulunur ve bu manevi görev hep birlikte yerine getirilirdi. Yasin, Fatiha okunur, dualar edilir ve özlem dolu birkaç damla gözyaşı yanaklardan süzülürdü. Hepsi iyi, hepsi güzeldi lâkin ah şu kabir başında para, lokum, bisküvi, şeker dağıtma âdeti hiç olmasaydı! Çocuklar, harçlık alabilmek için elde bidon su taşımasaydı kabirlere! Keşke bayramların manevi dokusu bu yanlış âdetlerle zarar görmeseydi hiç… Her bayram mutlaka ziyaret ettiğim Kiltepe Mezarlığı’nda değişmeyen tek şeyin, mezarlığın giriş kapısında bidon ve plastik şişelerle bekleyen 20-30 kadar çocuk olduğunu esefle görüyorum. Yakın tarihte bir bayram günü bu mezarlıkta yatan dedem ve anneannemin başucunda Kur’an okuduğum sırada koşturarak bana doğru gelen çocuklara elimle gelmemelerini işaret ettim. Israrla yanıma kadar geldiklerinde okumaya ara vermek zorunda kaldım ve bu yaptıklarının çok yanlış olduğunu, gerekçeleriyle beraber anlattım. Bana kızgınlıkla bakan gözleri hâlâ unutabilmiş değilim. Uzaklaşırken söyledikleri şu sözler de durumun vahametini göstermesi açısından son derece önemlidir: “Oğlum, niye hepiniz birden geldiniz? Adam onun için para vermedi! Herkes başka mezara gitsin!” Anlayan olmadıktan sonra söz neye yarar, dedim kendi kendime…
Yıl içerisinde vefat eden birisi olursa, onun ailesi, takip eden ilk bayramı taziye kabulüyle geçirir; tatlı, şeker gibi ikramlarda bulunmaz. Bu âdete “İlk Bayram” adı verilir. Geçen süre önemli değildir; isterse aylar geçmiş olsun, ilk bayram mutlaka uygulanır. Tanıdık herkes, “Filancanın ilk bayramıdır!” diyerek bu eve mutlaka gelir ve taziye verir. Gurbette olan birisi bayram için memlekete geldiğinde, öncelikli olarak bu eve ziyarette bulunur. İlk bayram, dün olduğu gibi bugün de hassasiyet gösterilen bir adettir.
Bayramın ilk günü gerçekleşen bu sürecin devamında, en büyükten başlamak üzere akraba ziyaretleri başlar ve ilk gün bu ziyaretlerin ardından sona erer. İkinci gün ise yakın komşular ve mahalle sakinleri arasında ziyaretleşme başlar; gelen konukları karşılamak üzere evde mutlaka birisi kalır; ziyarete gelenlerin evde kimseyi bulamaması hoş karşılanmazdı. Üçüncü gün ise uzaktaki akraba ve dostlar ziyaret edilir; bayramın amacına ulaşmasına azami gayret gösterilirdi.
Kurban Bayramı’nın ilk günü kurban kesimi ve dağıtımıyla geçtiği için kabir ziyareti dışındaki diğer ziyaretler Ramazan Bayramı’ndaki gibidir. Hemen hemen her evin bahçesi olduğu için kurbanlar genellikle bahçelerde kesilir; yeri uygun olmayan komşular da bu bahçelerden istifade edebilirdi. Küçükbaş hayvan kesimi nispeten kolay olduğu için bazen aynı bahçede iki üç komşunun kurbanları kesilebilirdi. Büyükbaş hayvan kesiminde ise kurban ortakları içinde kesime ehil olan kişi hayvanı keser; erkekler deriyi yüzer, beri tarafta hanımlar veya gençler etleri doğrardı. Hayvanın etinden veya ciğerinden bir parça alınarak hemen oracıkta pişirilir ve kurban etini herkes tadardı. Kurban etinin dağıtımına “Pay” der Malatyalı! Ev halkının yiyeceği ve misafire ikram edilecek olan et ayrıldıktan sonra, ihtiyaç sahibi olan yakın akraba ve komşulara gönderilecek olan etler “pay” edilirdi. Genellikle yemeklik et, sakadat ve sulu yemekler için kemikli et olmak üzere üç türden et konulurdu paylara. Hani öyle tadımlık değil, doyumluk konulurdu etler; hem gözü, hem gönlü tatmin edecek şekilde.
Bayram sabahını iple çeken çocuklar, geceden başuçlarına koydukları elbiselerini heyecanla giyerek büyüklerin ellerini öpmeye koşarlar; verilen harçlıkları da sevinçle ceplerine indirirlerdi. Daha yapacakları çok şey vardı! Şeker toplanacak; maytap, çatapat patlatılacak; çarşıya bisiklet sürmeye gidilecek; sinemada Bruce Lee, Cüneyt Arkın filmi izlenecek ve eğer lunapark kurulmuşsa doyasıya eğlenilecekti…
Şeker toplamak için üç beş çocuk birleşir; bütün mahalle dolaşılır; bütün kapılar tek tek çalınırdı. Çocuklara ikram edilecek şeker, misafire ikram edilecek şekerden ayrı olarak alınırdı. Akide şekeri, kişniş şekeri ve şekli fasulyeye benzediği için adına fasulye şekeri dediğimiz şeker, lokum, leblebi, kuru üzüm ikram edilirdi çocuklara. Bazen 25 ve 50 kuruşluk bozuk paralar verilirdi şeker yerine; bazen de çikolata. İşte o an cinliğimiz tutar ve ev sahibinin bu cömert ikramını fırsata dönüştürürdük! Para veya çikolata verilen evi tespit ettikten sonra araya biraz zaman koyarak tekrar oraya giderdik. Her seferinde tek kişi olmak üzere kapıyı çalarak: “Teyze! Arkadaşlarım aşağıda/filan yerde bekliyor. Onlara da alabilir miyim?” der ve tatlı bir yaramazlıkla, bu insanların iyi niyetleri sayesinde harçlık kazanır, çikolataya doyardık. Belki de anlarlardı ne yaptığımızı ama bayram hürmetine ses etmez, lütuflarından taviz vermezlerdi. Şu bayram, hakikaten çok güzel şeydi…
-----
Her çocuğun bisikleti yoktu o zamanlar. Şehrin muhtelif yerlerindeki boş arsalar bu eksiği gidermek için kullanılır; her ebatta bisiklet belli bir ücret karşılığında kiraya verilirdi. Özellikle bayramlarda rağbet gören bisikletçiler, çocukların uğrak alanıydı. Niyazi, Şifa, Ferhadiye mahalleleri ve Çevreyolu civarında bulunurdu bisikletçiler. Sabit bir yerleri yoktu; boş arsalar onların hizmet alanıydı. Arsa çevresinde atılan üç tur üzerine kiralanırdı bisiklet. Ancak ortam kalabalıksa ve işletmeci kontrolde yetersiz kalırsa bir iki tur fazladan atıldığı da olurdu. Hemen hepsi eskiydi bisikletlerin; sürerken gacır gucur sesler çıkardı her taraflarından. Gidon eğri, sele yamuktu çoğunda ve zincirlerdeki makine yağı pantolonlarımızın paçasına bulaşıyordu. Pek de dert etmezdik bunları! Paçamızı çorabımızın arasına sokarak atlardık bisiklete ve Allah ne verdiyse…
Bisiklete doyduktan sonra ver elini sinema! Büyük, Renkli, Can, Melek! Malatya’nın yakın geçmişinde çok önemli izler bırakan sinemalardı onlar; bugün sadece anılarımızda kalan, çocuklarımıza anlattığımız… Özellikle bayramlarda sinemalarda seyirci patlaması yaşanırdı. Televizyonun her evde olmamasından mı; sinemalarda izlenen Uzakdoğu filmleri ve arabeskçi diye nitelenen sanatçıların filmlerine televizyon yasağı olmasından mı bilinmez… Bayramda sinemaya gitmeden olmazdı…
İlk seanstan itibaren hınca hınç dolu salonlara oynardı filmler. Sinema önlerinde de en az içerideki kadar yoğun bir kalabalık; kebapçılar, ciğerciler, simitçiler… İçlerinden bir tanesini hiç unutmuyorum! Soy ismini bilmediğim bu sevecen adamın ismi Mehmet’ti. “Ciğerci Memet Dayı” derdik ona; o şekilde tanınırdı. Seyyar arabasının üzeri camekânla örtülüydü; camekânın içinde bir ocak ve ocağın üzerinde bakır bir leğen. Envai çeşit baharatla yoğrulmuş ciğer ezmesinin kokusu uzaklardan alınırdı; bugün çok uzak olmamıza rağmen o kokuyu hâlâ aldığımı söylesem yeridir! Memet Dayı’nın suratını bir gün olsun asık görmedik! Çocukları çok sevdiğini, parası çıkışmayanı bile geri çevirmemesinden bilirdik. Daha arabaya yaklaştığımızda, omuzunda duran havluyla ellerini silerken gülümser: “Buyur yegenim, hoş gelmişsin!” derdi. Çeyrek, yarım veya tam ekmek arası verirdi o nefis ciğeri. Çocukluk işte! Ismarladığımız ciğer, ekmeğin arasına konulduktan sonra ekmeği yemeğin suyuna batırmasını isterdik Memet Dayı’dan. Kırmazdı bizi ve “Benim başım üstüne paşam!” diyerek bir ucunu yemeğin suyuna batırdığı ekmeği uzatırdı müşfik yüz ifadesiyle. Teşekkür ettiğimizde de: “Afiyet olsun! Bal, şifa olsun yavrum! Allah’ım sizi esirgesin!” diye dua ederdi. Gerçek bir Malatyalıydı o; gözü tok, gönlü zengin ve sevgi dolu…
Bruce Lee’siz bir bayram düşünülemezdi! Onun kedi miyavlamasına benzeyen sesini ve mimiklerini taklit ederdi çocuklar. Cüneyt Arkın “Kahpe Bizanslılar”ı döverken; Orhan Gencebay “Batsın Bu Dünya”yı söylerken alkışlarla, ıslıklarla, “Senin Allah’ına gurban olam!” nidalarıyla yıkılırdı salon. İçilen Kayısı Kola gazozlarının şişeleri koltuğun altından öne doğru yuvarlanır; görevliler kızsa da yuvarlanan şişelerin sesi bir türlü kesilmezdi. Işıklar yanıp 10 dakika ara verildiğinde “Sigara içenler salona!” diye bağırırdı bir görevli. Filmde bir problem olduğunda, bir arıza yada ışık sorunu olduğunda ıslıklar, protestolar başlar, “Hoop,makiniiist!” sesleri yükselirdi. Bazen filme ilgi o kadar yoğun olurdu ki, bütün koltuklar ve localar dolduğu halde aralarda ayakta seyretmeye bile yer bulunmazdı. Sanki bütün Malatya film izlemeye gelmişti! O mahşeri kalabalıkta sinemaya girebilmek bir dert, dışarı çıkabilmek ayrı dertti. Hiç unutmuyorum; dayıoğlum Cengiz’le beraber Renkli Sinema’ya gitmiştik ve sanırım Ferdi Tayfur’un “Kara Gurbet” adlı filmiydi. Ayağımda anneannemin aldığı hatırı sayılır bir kundura vardı. Çıkışa yakın oturmuştuk ve film bittiğinde derhal kapıya yöneldik. Ama ne mümkün çıkabilmek! Âdeta bir tsunami gibi vurmuştu arkadan gelen kalabalık ve o hengâmede birisi kazara kunduramın arkasına basınca, kundura bir anda çıktı ayağımdan. Alabilmenin imkânı yoktu; kendimi insan seline bırakarak dışarı çıktım çaresiz. Ağlamaklıydım çünkü kunduramı çok sevmiştim. Kalabalık azalınca Cengiz geldi yanıma ve halimi görerek salona yöneldi kunduramı aramak için. Nice sonra bulup getirdiği kundurayı tanımakta zorlandım. Kaç kişi basıp geçmişse üzerinden, zavallı ayakkabı bir tarihi esere benziyordu artık! Geçirdim ayağıma mecburen ama iki kundura birbirine hiç benzemiyordu. Bayramım mahvolmuştu!..
Niyazi Mahallesi’ndeki 91000 Dev Öğrenci Ortaokulu’nun bulunduğu alan çevreyoluna kadar bomboştu ve burada lunapark kurulurdu. Dönme dolap, balerin, uçan salıncak, güldüren aynalar, penaltı ve sihirbaz… Eğlencenin sınırı yoktu ve dönemin imkânları göz önüne alındığında, bunlar sıra dışı güzelliklerdi. En çok da sihirbaz çadırındaki illüzyon gösterileri ilgimizi çekerdi. Şov dünyasının ünlü isimlerinden “Mandrake” lakaplı illüzyonistin bir bayram günü bu çadırdaki gösterisini hayranlıkla izlemiştik. Gösteri sonrası Mandrake küçük bir numarasını çadırda kalan gönüllülere öğretmiş; bunun için lazım gelen kibrit kutusu ve ince bir iple kurulu düzeneği ücret karşılığı herkese vermişti. Kibrit kutusuna özel bir teknikle bağlanmış olan ipin diğer ucu çengelli iğneyle pantolonun kemer köprüsüne bağlanıyor; dirsek, kemer hizasına yapıştırılarak kol ileriye doğru uzatılıyor ve kibrit kutusu elin üst kısmına yatay olarak konuluyordu. Böylelikle incecik ip kolun altında kalıyor ve karşıdan kesinlikle gözükmüyordu. El ileriye doğru hafifçe uzatılınca kibrit kutusu ele dik olarak kalkıyor, eli biraz daha uzatınca da açılıyordu. Çok basit fakat çok dikkat çekiciydi. Eve döndükten sonra sokakta bu numarayı yapmaya başladığımda, komşumuz Sakine teyzenin “Tövbe Bismillah! Subhanallah, Subhanallah!” diye irkildiğini ve gözlerinin faltaşı gibi açıldığını hâlâ tebessümle yâd ediyorum.
Kurban Bayramı’nda sinema ve diğer eğlencelere ikinci günden itibaren vakit ayrılırdı. İlk gün biz gençler için mangal ve bahçede piknik günüydü! Kurban kesimi ve dağıtımı bitinceye kadar büyüklere yardım ederdik ve ardından etimizi, nevalemizi alarak kendi çapımızda piknik yapardık. Şimdi, çoğu ayrı iklimlerde yaşayan sağlam bir ekibimiz vardı. Almanya’da ticaretle uğraşan Cengiz ve Malatya’da öğretmenlik yapan kardeşi Celal, Afyonkarahisar’da doktor olan Neşet, Bigadiç Kaymakamı Süleyman, Ankara’da yaşayan Nihat, Malatya’da öğretmen İzzettin, Çorlu’da reklam işiyle meşgul Muhammed Emin, Malatya’da polis Eren…
Yaya olarak ta Hatunsuyu’na kadar gittiğimizi bilirim! Bugün arabayla giderken bile çok uzak gelen bu yolu ellerimizde poşetlerle bize yürüten güç, dostluk ve kardeşlik değildi de ne idi? Piknik bahaneydi! Orta yaşın sonlarına geldiğimiz bu günlerde birkaç yıl arayla buluştuğumuz zamanlar, sohbetlerimize misafir olan en özel anılarımız, yıllar öncesinde yürüdüğümüz yollar, oynadığımız sokaklar, yaptığımız türlü yaramazlıklardır. Anlatırken bile çocuklaştığımız bu hatıraları dinlemek; çocuklaşan babalarının gözlerindeki ışıltıyı görmek, neredeyse boyumuza gelen çocuklarımıza da iyi birer nasihat olmaktadır.
“Nerede o eski bayramlar?” sorusuna, “Nerede o eski insanlar?” diye sorarak cevap vermek gerekir. Bayramı bir tatil veya dinlenme süreci olarak algılayan insanın kimseyle paylaşacak bir şeyi yoktur! Kırgın, küskün olduğu insana en azından bayram vesilesiyle el uzatabilecek kadar gururuna hâkim olamayan kişinin kapısını, bayramda dahi çalan olmayacaktır! Sıla-ı Rahim[2] yapmamak için türlü bahaneler gösterenlerin, anne-babasından gördüğü üzere bugün kendilerinden uzaklaşmakta olan çocuklarına diyecek sözü olmayacaktır! Aile, akraba ve komşu ilişkilerinde ilerleme kaydedilememesinin, aksine bu ilişkilerin bitmeye başlamasının sebebi insanın bizzat kendisidir.
Bayramlar, toplumun en önemli yapı harçlarındandır; düşmanlığa, küskünlüğe karşı yazılan en hayati ilaçtır. İnsanların arasındaki demirden dağları eriten, yeni bir başlangıca adım attıran, hakları helal ettiren manevi bir gücü vardır bu seçkin günlerin. Günlerden bayram olur, hatırı kırılamayacak kadar saygı duyulan bir büyük de aracı olursa küskünler barışır, gönül köprüleri tekrar kurulur. Yeter ki yüreklerden kir, pas silinsin; yeter ki yere batası gurura bir gem vurulsun!
Elini öpen, bayramını kutlayan küçüklerine: “Ananla, babanla/Çağa çoluğunla çoh bayramlar göresin yavrum!” derdi Malatya’nın güngörmüş büyükleri. İnsanın ömrüne bereket dilerken, sıla-ı rahimi tavsiye ederlerdi yani! Ne kadar nezih, ne kadar anlamlı bir temenniydi bu! Maalesef bugün, bayramların gerçek anlamını bir cümleye sığdıran kuşağın azaldığını ve onların bu önemli sosyal mirasından hisse alamamış nesillerin çoğaldığını görmekteyiz. Ah ile vah ile maziye özlem duymak yerine, çocuklarımıza emanet edeceğimiz mutlu bir dünyanın temellerini bir an önce atmalıyız. “Çoh bayramlar”ı bayram tadında yaşayabilmek için “Artık çok geç!” demeden…
“Mağdurlar, mazlumlar ersin felaha,
Vuslata varanlar varsın bir daha.
İrfan tohumunu gece, sabaha
Eksin, bayram olsun bayramlarınız.”
Abdurrahim KARAKOÇ
[1] Malatya ağzında “nane” demektir.
[2] Akraba ve yakınların ziyaret edilmesi olup dinimizce de emredilmiştir.
Beğen
Beğenme
Tavsiye et
Rapor et
Yazdır
1433
Yer
Memleket Yazilari
10.6.2013
Malatya
4
kişi beğendi
0
kişi beğenmedi
Etiket
---
Kaynak
Yorum yapabilmek için
Üye Olun
veya
Giriş
yapın
Faruk Korkmaz
adlı kullanıcının
diğer yazıları
Osmanlı İmparatorluğu ve İslam
Fatih Altunsoy
1596 okuma
Viranşehire Sağlık Yüksek Okulu
Eyyüp Azlal
1838 okuma
Osmanlı İmparatorluğunda Kölelik
Fatih Altunsoy
1514 okuma
Teşekkürler Pegasus
Eyyüp Azlal
1415 okuma
Viranşehirde Bir Taziye
Eyyüp Azlal
1746 okuma
Gökçeada'nın "Organik Ada" olmasına az kaldı
Mootol Türkiye
1503 okuma
Avşa Adası
Zafer Barış
1791 okuma
Dolma Takaz Ev Ne Ola Ki?
İbrahim Balcıoğlu
1639 okuma
Kazıkbeli Yaylası ve Yaşanan Çevre Felaketi…
İbrahim Balcıoğlu
2574 okuma
Giresun Günleri Yaklaşırken…
İbrahim Balcıoğlu
2385 okuma
İstanbul’Da Yaşamak Var Ya
Şehri İstanbul
1567 okuma
İslamın Kılıcı Trabzon Yollarında
Aytekin Takar
1650 okuma
Şenliğin Kadırgalısı
Hayri Genç
1351 okuma
Ağladığı Yerin Arazisini Kendi Okuluna Verdi
Şehri İstanbul
1440 okuma
Canım İstanbul
İstanbul Platformu
1877 okuma
Birşeyler yaz
Sadece Ben
Bağlantılarım
B.Bağlantıları
Herkes
Yazıyı Mootol duvarına paylaşmak için
üye ol
veya
giriş
yap
http://www.mootol.com/Yazi807/coh-bayramlar-goresin-yavrum
Adınız :
Gidecek E-posta :
Gönder
Tanıdıklarını haberdar etmek için
üye ol
veya
giriş
yap
Adınız :
Rapor nedeni :
Rapor et
Yazı içeriğini rapor etmek için
üye ol
veya
giriş
yap