Resimler
Videolar
Haberler
Yazılar
Replik Düplik
Kuruluşlar
Benim Dünyam
Kayıt Ol
Oturum Aç
“Aman Bulguru Kaynatırlar!”
Yazı Yaz
822
4680
Memleket Yazilari
Yorum Yaz
Yazdır
Tavsiye Et
24.6.2013
1 yorum
1385
okuma
Şüphesiz, çocukluğumun Malatya’sına ait olan anıların en özellerinden bir tanesi, mahalle aralarında bulgur kaynatılmasıydı. Koskoca bir yıl boyunca istisnasız her evin temel yiyeceği olarak tüketilecek olan bulgur ve unun lezzet serüveninin başlangıç noktasıydı bu gelenek. Mahalle takvimlerinde yazın son günleri bulgur kaynatma günleriydi.
İki kişinin zorla yerden kestiği bakır kazanların dışları ateşten zarar görmesin diye çamurla sıvanır; kazanları yerden yükseltmek için taştan ocaklar kurulur; kayısı ve meşe odunları ocağın yanında büyük bir yığın oluştururdu.
Bakır teştlerde itinayla yıkanan unluk buğday dama, bahçeye ya da sokağın bir kenarına serilmiş olan hılaların üzerine kınalı ellerin cefakâr parmaklarıyla yayılırdı. Bu arada kazanların altındaki ateş harlanmış, su yavaş yavaş kaynamaya başlamış olurdu. Çuvallar ardı ardına kazanlara boşaltılır; kazanın dibi tutmasın diye buğday sık sık kevgirle karıştırılırdı.
Birkaç evin buğdayı, onlarca insanın rızkıydı kazanlarda kaynatılan. Kim bilir hangi sofrada analıkızlı olacak; külahlara dolacaklardı… Bu un acaba hangi hünerli ellerde yoğrulup kömbe, katmer, gıllor olacaktı? Yufka ekmekler, ekşili köfteler, küncülü bilikler ve daha neler, neler…
Serde çocukluk vardı ya! Her türlü haylazlık bizce mübahtı… Annelerimiz, teyzelerimiz biraz sonra biber, patlıcan, patates, soğan közleyeceklerdi kesinlikle ama mutfaklardan aşırdığımız patatesler bizim için çok daha anlamlıydı. Çünkü onları bizzat kendimiz pişirecektik! Kazanları kendimize siper ederek közde açtığımız yerlere patatesleri gömerdik. Bir kaza çıkmasından korkan büyüklerimiz bize kızsalar da ne yapar, ne eder; gerekirse yalvara yakara izin koparırdık. Uzunca çubuklarla közü deşeleyerek patateslerin pişip pişmediğini kontrol eder; pişmediğine kanaat getirirsek üzerlerini tekrar közle örterdik. Sıcaktan kızaran yüzlerimizden ter boşanırken bile ayrılmazdık ateşin başından.
Nihayet çocuk yüreklerimizin heyecanı diner ve birkaç patatesle bile olsa mutlu olurduk. Soğumasını beklemeden, parmaklarımızın yanmasına rağmen soyardık patatesleri ve hiç düşünmeden dişlerdik. Aman Allah’ım! Dilimiz, damağımız hiç abartısız haşlanır, gözlerimizden yaş boşanır ama patatesleri bırakmazdık. Hani birisi çıkıp da: “Dünyanın en zor şeyi nedir?” diye sorsaydı bize, “Sıcak patates yemektir!” derdik hep bir ağızdan…
Haşlanan buğday uzun saplı bakır taslarla alınır, bakır sitillere konur ve boylu boyunca uzanan hılalara serilirdi. Hılalar dama serilmişse eğer, yine bizlere iş çıkar; daha doğrusu eğlence başlardı. Çünkü hedikle dolu sitili dama çekmek büyüdüğümüzün, güçlendiğimizin ispatıydı bir yerde. Kim daha hızlı çekecek; kim kaç sitil çekecek diye olanca gücümüzü harcar, annelerimizden yaldızlı bir aferin beklerdik. Hele akranlarımızdan bir komşu kızı da bizi izliyorsa urganın elimizi kesmesi vız gelir; sitiller bir çıkar, bir inerdi… Dama çektiğimiz sitili kazara duvara çarpıp bir iki avuç hediği yere döktüğümüz zaman fırça yediğimiz de olurdu ama gam yemezdik doğrusu!
Kazanlar boşalıp hedikler serildikten sonra başka bir çuval boşaltılır ve bu ara yemek faslı başlardı. Şefkat ve merhamet kokan analar sebzeleri közler; evvelden ıslattıkları yufka ekmekleri getirir; tamamen doğal, köy yapımı tereyağı, peynir ve çökelikleri bu ekmeklerle dürüm yapar, ellerimize tutuştururlardı. Uzun yıllar oldu ki, o tadı başka hiçbir şeyde alamadım. Kurşunlu’nun, Akçadağ’ın, Pütürge’nin dağlarından kopup gelen enfes bir lezzetti yufkalara sarılan.
Artık vakit gün batımı; istikamet gece yarısı idi. Konu komşu, hısım akraba gözetmeksizin kız, erkek bütün çocuklar sokağı doldurur, saklambaç vakti başlardı. Bazen o kalabalığa tek ebe yetmez, ikişer ikişer ebe olunurdu. Gözünü sevdiğim karanlık, sanki biz saklambaç oynayabilelim diye yaratılmıştı. Sobelenmemek için koşuşturduğumuzda, hele de hılaların yanındaysak, kazan başında kızılca kıyamet kopardı: “Uy Allah canınızı almaya! Hedige tozu toprağı doldurdunuz! De cehennem olun gidin, başka yerde oynayın!”
Acıktıkça gelir bir dürüm daha ister ya da hılanın üstünden bir avuç hedik alıp ağzımıza atardık. İşten, çarşıdan dönen babalarımız birer birer toplanırdı ateşin yakınına. Genç kızlardan birinin ikram ettiği çayları alırlar, birer sigara yakıp koyu bir sohbete başlarlardı. Kimi Tekel’de, kimi Sümerbank’ta çalışırdı; bazısı memur, bazısı esnaftı… Amma velâkin evlerine döndükten sonra ya Kernekli, ya Tecdeli, ya Kiltepeli, ya Karakavaklılardı… İşlerinden bahseder; mahallenin sorunlarını paylaşır ve bu sorunlara öyle enteresan çözümler bulurlardı ki, öngörülerinin değerini bugün bile takdir ediyorum. Örneğin; çocukluğumun geçtiği Kiltepe Mahallesi’nde üzeri açık bir halde akan atık su kanalı vardı ve bütün mahalleyi baştan sona kat ederek Çarmuzu, Kaynarca mahalleleri boyunca devam ederdi. Kaç kez düştük içine, kaç kez üstümüz başımız pislik içinde kaldı anlatamam! O kanalın üzerinin kapatılması gerektiğini söylerler; muhtarlığa, belediyeye dilekçe yazdıklarını anlatırlardı. Ta üniversite yıllarımda o kanalın tamamen kapatıldığını duyduğumda gayr-i ihtiyari bir tebessüm yayılmıştı yüzüme.
Son hedikler de hılalara serildikten sonra temizlik başlardı. Ocakların üzerine su dökülür; rızkımızı pişiren kazanlar is ve çamurdan arındırılırdı. Kazanların dışında sıcaktan taşlaşmış olan çamurlar su yardımıyla kazınır; kazanlar, sönmüş ateşin külüyle ovula ovula eski haline gelinceye kadar yıkanırdı. Her şey yerli yerine taşındıktan sonra ocakların kurulduğu yer süpürge ve fırça yardımıyla yıkanır; gecenin ilerleyen saatlerine rağmen kapısının önünden su geçen her hanım kapı önünü süpürüp yıkar, göz açıp kapayıncaya kadar sokağı tertemiz ederdi.
Serili buğday kuruduktan sonra hılaların uçları bir araya getirilerek toplanır; avluda veya bahçenin gölge bir köşesinde taşı toprağı, çer çöpü ayıklanmak üzere hazırlanırdı. Yüksekçe kurulmuş sinilerin çevresine bağdaş kuran analar, gelinler, bacılar, kızlar sininin ortasına yığılan buğdayı parmak uçlarıyla önlerine çeker; ayıkladıkları buğdayı dizlerine örttükleri bezlerin üzerine biriktirirlerdi. Ayıklanan buğdaylar çuvallanır, değirmene götürülmek üzere istiflenirdi.
Buğdayın bereketinden midir; üzerindeki sofranın bereketinden midir bilmem ama süslü işlemeli sinilerin insanları bir araya getiren sihirli bir gücü olduğu kesindi. Allah ne verdiyse bu sinilerde yenir; misafirlere ikram bu sinilerde yapılır; buğday ayıklamanın dışında, kırılmış kayısı çekirdekleri de bu sinilerde ayıklanırdı. Sanki bunların hepsini ayrı ayrı bahane ederek aileyi, komşuları bir araya getirmek görevi sinilere verilmişti...
Çekirdeklerin yemiş kısmı özenle seçilerek pestille, cevizle, kuru Arapgir üzümüyle ağızları tatlandırmak üzere kilerlere kaldırılır; kabukları ise yakacak olarak kullanılacağı için naylon çuvallara biriktirilip odunluklara konulurdu. Bin bir derde deva kayısımız, çekirdeğinin kabuğuyla da yuvalarımızı ısıtırdı.
Değirmen için önceden sıra alınır; günü geldiğinde at arabalarına yüklenen buğdaylar öğütülmeye götürülürdü. Bir köşeye indirilen çuvallar sırayla tekneye boşaltılır; dev cüsseli taşların döngüsü başlardı. Beri tarafta unluk buğday öğütülür; huniden azar azar dökülen buğday, emek ve bereket kokularıyla kar beyazı akardı bağrını açmış çuvallara. Taşlar döner baş bulgur olur, taşlar döner orta bulgur, yarma, döğme olurdu buğday. Azzet Abla’nın kömbesi, Lütfiye Bacı’nın analı kızlısı işte bu meşakkatli yollardan geçerek gelirdi Malatya sofralarına. Alın teriyle yoğrulan toprak sinesini yarar ve başak başak sunardı bereketi öz evlatlarına. Toprak Ana’nın vefası buğday olur, bulgur olur, sofralarımızda ekmek olurdu. Minnet toprağa, şükür Allah’adır Malatyalının gönlünde. Dünden bugüne kalan en mühim yadigâr belki de bu kanaatkâr tevekküldür.
Kısmen de olsa devam eden bu kültürün çok yakın bir gelecekte sadece anılarda yer alacağını düşünmek çok zor olmasa gerek! Her şey gibi un ve bulgur da süpermarketlerin raflarına taşındı; kazanlar yok olmaya yüz tuttu. İnsanları bir araya getiren unsurlardan biri daha ağır ağır kayboluyor ufukta. Bulgurun sadece “Fidayda”nın mısralarında kaynayacağı günlere merhaba demek üzereyiz vesselam!..
Beğen
Beğenme
Tavsiye et
Rapor et
Yazdır
1385
Yer
Memleket Yazilari
24.6.2013
Malatya
2
kişi beğendi
0
kişi beğenmedi
Etiket
---
Kaynak
Yorum yapabilmek için
Üye Olun
veya
Giriş
yapın
Ali Osman Öner
|
10 yıl önce
Ne güzel anlattın hemşerim ağzına sa?lık..
Faruk Korkmaz
adlı kullanıcının
diğer yazıları
Şiir: Yerliköy'e Yağmur Yağardı
Suat Zobu
1388 okuma
Masal Gibiydi Herşey
Faruk Korkmaz
1591 okuma
Malatyalı Kadir
Malatya Portalı
1379 okuma
Tirebolu Postası Vesilesiyle…
İbrahim Balcıoğlu
1811 okuma
Yaz Deftere Bakkal Amca!
Faruk Korkmaz
1595 okuma
Çivisiz Ya Da Mahmut Bey Camii.
Kastamonu Hayranları
1648 okuma
“Aman Bulguru Kaynatırlar!”
Faruk Korkmaz
1385 okuma
“Çoh Bayramlar Göresin Yavrum!”
Faruk Korkmaz
1356 okuma
Bayrak Olayı "Kahramanmaraş Milli Mücadele"
Kahraman Maraşlılar
1146 okuma
Bir gazinin hatıralarında Çanakkale’nin kahra
Mustafa Celep
2244 okuma
Bayburt Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Bayburt Portalı
1479 okuma
Suşehri Ovası
Faruk Cansu
2261 okuma
Milli Mücadelede Maraş
Kahraman Maraşlılar
1235 okuma
Başarı
Bülent Acı
1386 okuma
Canım İstanbul
İstanbul Platformu
1790 okuma
Birşeyler yaz
Sadece Ben
Bağlantılarım
B.Bağlantıları
Herkes
Yazıyı Mootol duvarına paylaşmak için
üye ol
veya
giriş
yap
http://www.mootol.com/Yazi822/“aman-bulguru-kaynatirlar!”
Adınız :
Gidecek E-posta :
Gönder
Tanıdıklarını haberdar etmek için
üye ol
veya
giriş
yap
Adınız :
Rapor nedeni :
Rapor et
Yazı içeriğini rapor etmek için
üye ol
veya
giriş
yap