Resimler
Videolar
Haberler
Yazılar
Replik Düplik
Kuruluşlar
Benim Dünyam
Kayıt Ol
Oturum Aç
Antik Çağ'da Urfa Ve İlçeleri
Yazı Yaz
2506
3953
Kültür-Sanat
Yorum Yaz
Yazdır
Tavsiye Et
1.9.2020
0 yorum
2154
okuma
Antik Çağ'da Urfa ve İlçeleri
Rivayete göre eski Yunanlılar Enoch’un (Enoch=Hermes = İdris Peygamber = Uhnud, bu dört ismin aynı kimse olduğu kabul edilmektedir.) insanlara şehirler kurmayı öğrettiğini ve onun devrinde 180 şehir kurulduğunu, bunların en küçüğünün Urhai veya diğer bir okunuşla Orhay yani Urfa olduğu söylenilmektedir. Bu rivayete göre İdris peygamber Nuh peygamberden önce geldiğinden Urfa Nuh tufanından önce kurulmuştur. Nuh tufanında bütün dünya gibi Urfa’da harap oldu. Fakat tufandan sonra dünya yeniden kuruldu ve Urfa da tarihte ki yerini aldı. Yine anlatıldığına göre Nuh tufanından sonra Babil’de hüküm süren Nemrut üç şehir inşa etmişti. Bunlardan biri de Urfa şehridir. Bu şehir önce Arach ve daha sonra zaman süreci içinde Erech, Orhay, Edessa ve Ruha isimlerini almıştır.
Urhai veya Orhay ismi, Urfa’nın ilk sakinleri olan Arami – Süryanilerin verdiği isimdir. Daha sonra Urfa’ya gelen Helenler Edessa ismini verdiler. Helenlerin verdiği Edessa ismi “suyu bol” anlamına gelmektedir. Helenlerin verdiği Edessa ismi “suyu bol” anlamına gelmektedir. Urfa da içinden akan Karakoyun (Daysan) deresi ve kaynayan pınarlardan dolayı suyu bol bir şehirdi. Urfa’ya Edessa isminden başka yine suyu güzel çeşme anlamına gelen “Kaliruha” adı da verilmiştir. İslam’ın fethinden sonra Müslüman Araplar tarafından “Kaliruha”nın “Kali” heceleri atılmış ve sadece “Ruha” heceleri kullanılmıştır. İkinci bir rivayete göre Orhay kelimesinin hafif bir değişikliğe uğratılmasıyla Ruha denilmiştir. Böylece şehir, İslam’ın fethinden sonra Müslümanlar tarafından artık “Ruha” diye çağrılmıştır. Osmanlı devrinde Urfa denilmeye başlanmıştır. Başka bir rivayetle Orhay isminin Urfa’ya dönüştürülmesi daha uygun görülmektedir.
BELLİ BAŞLI DÖNEMLERDE ŞANLIURFA (KURTULUŞ SAVAŞI ÖNCESİ, CUMHURİYET DÖNEMİ )
URFA’DA SELEFKOSLAR DEVRİ
Makedonya kralı Büyük İskender (ö. M.Ö.323) Urfa’yı M.Ö. 331 yılında zapt eder. Büyük İskender, bütün Ön Asya’yı Çin’e kadar fetheder. Vefat edince, ülkesi komutanları arasında paylaştırılır. Bunlardan Antiyochus, Seleucus Nikator ile birlikte bütün Anadolu ve Suriye bölgesine hâkim olmuştu. Antiyochus’un ölümünden sonra Seleucus tek başına Suriye bölgesinde ve bütün büyük Asya’da Hindistan’a kadar Babilonya denilen bu bölgede 21 yıl hüküm sürdü. Bu sebeple bu devlete Selefkoslar devleti denildi. Urfa, M.Ö. II. yüzyılda Seleucos Nikator’un (323–281) hâkimiyeti altına girer. Edessa isminin Selefkoslar zamanında Makedonya’dan bu bölgeye gelen Makedonyalılar tarafından verilmiş olduğu da söylenilmektedir. Fakat o zaman Urfa’nın yerlisi olan Süryaniler, Grekçe olan bu ismi kullanmamış, kendi dillerindeki eski ismi Orhay’ı kullanmışlardır. Buna rağmen Selefkoslardan itibaren Urfa, uzun bir zaman sürecinde Edessa ismi ile şöhret bulacaktır. Bugün bile Avrupa’nın kullandığı isim Helenlerin verdikleri Edessa ismidir.
O devirlerde Selefkoslar tarafından birçok şehre verilmiş olan Edessa ismi “suyu bol” anlamına gelmektedir. Urfa da içinden akan Karakoyun (Daysan) deresi ve kaynayan pınarlardan dolayı suyu bol bir şehirdi. Selefkoslar M.Ö.132 yılında İranlıların baskısına dayanamayarak yıkıldı. Bölgede bu tarihten itibaren Osrhoene ismi ile bir şehir devleti kuruldu.
URFA OSRHOENE KRALLIĞI DEVRİ (M.Ö.132 – M.S.244)
Urfa’da kurulan ilk ve tek bağımsız devlet Osrhoene krallığıdır. İngiliz tarihçi Segal’ın belirttiğine göre Osrhoene adı Urfa’nın ilk adı Orhay’dan türemiş olabilir. Osrhoene, Urfa ve çevresine birlikte verilen bir isimdir. Fakat başka bir rivayete göre Urfa krallığının adının Osrhoene olmadığı, bu ismin Urfa krallığının Roma hâkimiyetine geçtikten ve bir Roma eyaleti olduktan sonra bu eyalete verilmiş bir isim olduğu da ileri sürülmektedir. Urfa krallarının çoğu Abgar ismi ile çağrıldığından bu devlete Abgarlar devleti denildiği gibi Abgarlar dönemi de deniliyordu. Abgarlar dönemi Urfa’nın en belirgin ve meşhur dönemidir.
ROMA HÂKİMİYETİNDE URFA (244–637)
Urfa her ne kadar bağımsız bir devlet görünüyordu ise de daha çok Roma’nın güdümünde bir devletti. Zaman zaman Roma’nın müdahalesi ile krallar değişiyor, yeni kral Roma tarafından tayin ediliyordu. Nihayet bu durum Urfa devletinin M.S. 244 tarihinde tamamen Roma eğemenliğine girmesine kadar devam etti. Bu tarihten itibaren Urfa bir Roma şehri idi. 244 tarihinden itibaren Urfa, Roma imparatorluğunun Osrhoen adında bir eyaleti oldu ve artık Urfa’yı Roma’dan gönderilen valiler idare etmeye başladı. Osrheon bölgesinin merkezi Urfa idi ve Urfa’ya bağlı on iki şehir bulunuyordu Roma imparatorluğunun 395 tarihinde ikiye ayrılmasından sonra da Doğu Roma (Bizans) imparatorluğunun egemenliğine giren Urfa, Güney-doğu Roma’nın merkezi oldu. Artık Urfa Müslümanlar tarafından fethedilmesine kadar 400 yıl Doğu Roma’nın (Bizans’ın) hâkimiyetinde kaldı.
URFA’YI MÜSLÜMANLARIN FETHİ VE DÖRT HALİFE DEVRİNDE URFA
636 tarihinde Kudüs’ün fethi sırasında halife Hazreti Ömer (r.a.) Kudüs’e gitmişti. Oradan Fırat’ı geçerek daha kuzeye doğru çıktığı ve onun bu seyahati sırasında Urfa’ya yaklaştığı, Urfa halkının Hazreti Ömer’i (r.a) karşılamaya çıktıkları ve Urfa’nın güvenliği hakkında kendisinden söz aldıkları da kaydedilmektedir. Halife Ömer, İyaz bin Ganem’i Güneydoğu Anadolu (el-Cezire) valiliğine tayin etmişti. İyaz b. Ganem, önce “Pagan” dininde (daha sonra kendilerine Sabiî denilecek) olan yani halkının yıldızlara taptığı Harranlılara teslim olmalarını teklif eder. Harranlılar, önce Urfa’ya gitmelerini ve bu teklifi onlara yapmalarını, Urfa’nın nasıl bir anlaşmayı kabul ederlerse kendilerinin de aynı anlaşma gereğince teslim olacaklarını söylediler. Bu devirde Bizans İmparatorluğu, putperest olduklarından dolayı Harranlılara, Hristiyan olmalarına rağmen mezhep ayrılığından dolayı Uralılara zülum ediyordu. O sebepledir ki İslam ordusunun Harran önlerine gelmesi Harranlılara adeta Bizans işkencelerinden kurtulma ümidi vermişti. Yine de Urfa’nın nasıl hareket edeceğini görmek istiyorlardı. Bu arada Urfalıların, Müslümanları kurtarıcı olarak ve seve seve karşıladıkları söylenilmektedir. İyaz bin Ganem Urfa halkı ile anlaştı. Güneydoğu Anadolu’nun diğer şehirlerinin halkı da Urfa barış şartlarına göre, Müslümanlarla barış yaptılar. Böylece Urfa miladi 637–38 yılında fethedildi.
URFA’DA EMEVİLER DEVRİ
Hazreti Osman’ın halifeliği zamanında Şam valisi hazreti Muaviye, bu bölgeye Mudar kabilesinin kollarından Beni Temim ve Kays kabilelerini yerleştirmişti. Zaten İslam’dan evvel de Mudarlar bu bölgede yerleşmişlerdi. Onun için Urfa’nın da içinde bulunduğu bu bölgeye bir müddet “Diyar-ı Mudar” deniliyordu. Hazreti Osman’ın şehit edilmesinden sonra Halife olan Hazreti Ali’nin (halifeliği 656–660) halifeliğini Şam valisi Hazreti Muaviye tanımamıştı. O yüzden hazreti Muaviye’nin (halifeliği 660–680) Şam valiliği sırasında ve sonra müstakil hareket ettiği halifeliği zamanlarında, Urfa da Muaviye’nin idaresine girmiştir. Hazreti Muaviye, yumuşak huyluluğu ve cömertliği ile sadece emrinde bulunan müslüman kabilelerini değil, bölgedeki Hristiyanları da hoşnut etmişti.
Velid bin Abdulmelik (705–715) halife olduktan sonra el-Cezire (güneydoğu Anadolu) bölgesine kardeşi Mesleme bin Abdulmelik’i (ö.739) vali tayin etti. Mesleme de devamlı Anadolu içlerine ve hatta İstanbul’a gazalar yapardı. O devrin efsanevî kahramanı Battal Gazi (ölüm.740) de Mesleme’nin komutanlarındandı. Mesleme bin Abdülmelik bölgeye vali olunca, bölgenin merkezini Kinnesrin’den Harran’a taşıdı. İkamet etmesi için de bir saray inşa ettirdi. Böylece Mesleme’den itibaren Güneydoğu Anadolu valileri devamlı Harran’da ikamet etmeye başladılar. Dolayısıyla Anadolu içlerine yapılan gazalar için buradan ordu sevk ettiler.
Urfa ve Harran’ın fethedilmesi ile Urfa Anadolu’ya açılan bir kapı oldu. Bundan sonra Anadolu üzerine yapılan bütün gazalar Urfa ve Harran üzerinden yapılmıştır. Öyle ki Güneydoğu Anadolu (el-Cezire) genel valileri Kinnesrin’den sonra bölgenin merkezi olan Harran’da otururlar ve Bizans üzerine gönderilen orduları buradan idare ederlerdi.
URFA’DA ABBASİLER DEVRİ
Harran, Emevilerle Abbasiler arasında cereyan eden kanlı ve şiddetli savaşlara sahne olmuştur. Bu sırada Abbas oğullarının propagandasını yapanlar, Resulullah’ın (s.a.s.) amcası Hazreti Abbas’ın (ö.653) oğlu Abdullah’ın (ö.687–88) oğlu Ali’nin (ö.736) oğlu Muhammed’e (ö.743) biat ediyorlardı. Onun vefatından sonra da oğlu İbrahim’e biat etmeye başladılar. Dolayısıyla bu İbrahim’e de İmam İbrahim diyorlardı. İmam İbrahim Emevi Halifesi Mervan bin Muhammed (halifeliği 744–750), İmam İbrahimi Harran’da zindana attırdı. İmam İbrahim’in zindanda vefatından(749) sonra Abbas oğulları Abdullah es-Seffah’a 30 Kasım 749 tarihinde biat ederek halife yaptılar. Böylece ilk Abbasi halifesi Abdullah es-Seffah (halifeliği 749–754) oldu. Abbasiler Fırat kısışında cereyan eden savaşta Emevileri yendiler ve Harran’a girdiler. Bu tarihten sonra Urfa bölgesi Abbasi egemenliğine girdi.
URFA’DA HAMDANİLER VE NUMEYRİLER DEVRİ (905–1081)
Onuncu yüzyıldan itibaren artık Abbasi halifelerinin askerî ve siyasî güçleri kalmamıştı. Bu yüzden İslam ülkelerinin bazı yerlerinde şehir devletçikleri diyebileceğimiz kendi hâkimiyetlerini kuran hükümdarlıklar oluşuyordu. Böylece bazı valilikler bu şekilde kendi yarı bağımsızlıklarını ilan ediyorlar ve sadece halifeye dini bakımdan hürmet gösteriyorlardı. 905 tarihinden itibaren de Hamdaniler (905–991) bölgeye hâkim olmuşlardı. On birinci yüzyıl başlarında ise Urfa Numeyr oğullarından (991–1081) Utayr adında birinin hâkimiyetinde idi. Utayr kendisi Hille’de oturuyor ve Urfa’yı da naibi Ahmed bin Muhammed adında biri yönetiyordu.
URFA’DA SELÇUKLULAR DEVRİ (1086–1098)
1059 tarihinde Sultan Tuğrul’un (1040–1063) emriyle Alpaslan Harran’ı ele geçirdi. Büyük Selçuklu Sultanı Alpaslan’ın, Bizans İmparatoru Diyojen ile 1071 senesinde yaptığı Malazgirt meydan muharebesini kazanması sonunda yaptığı antlaşma içinde evvelce Müslümanlara ait olan şehirlerden Urfa’nın da Selçuklulara bırakılması maddesi de bulunuyordu. Böylece Urfa tekrar Müslümanlara bırakıldı. 1081 tarihinde Şerefüddevle Müslim bin Kureyş Harran’ı zapt etmiş ve Urfa ile barış anlaşması yapmıştı. 1072 tarihinde Alpaslan’ın ölümü ile Selçuklu tahtına Alpaslan’ın oğlu Melikşah geçti. Büyük Selçuklu sultanı Melikşah (1073–1092), amcası oğlu Kutalmış (ö.1064) oğlu Süleymanşah’ı (ö.1086) Anadolu’ya göndererek Urfa ile Birecik arasında yerleşmelerini emretmişti. Sultan Melikşah’ın (1073–1092) komutanlarından Bozan (ö.1094) 1086–87 senesinde Urfa’yı kuşattı. Sultan Melikşah Urfa’yı zapt eden komutanı Bozan’ı Urfa valiliğine tayin etti.
URFA’DA HAÇLI KONTLUĞU DEVRİ (1098–1144)
Haçlı seferi içinde olmak üzere 1098–1099 senesinde Kont Budin (Boudion) adındaki bir kontun emrinde Urfa taraflarına da gelen Haçlılar, o sırada Urfa’nın Hristiyan valisi olan Toros’un kendilerini davet etmesi üzerine Urfa’ya girdiler. 1098 tarihinden itibaren Urfa Kontluğu adı altında bir kontluk kurulmuş oldu. Böylece Urfa Müslüman Türk ve Müslüman Araplara karşı Haçlıların hâkim oldukları bölgeleri koruyan güçlü bir kale oldu.
URFA’DA ZENGİLER DEVRİ (1144–1182)
Urfa’nın Haçlı Kontluğu devrinde İmadeddin Zengi (1127–1146), büyük Selçuklu devletinin Musul Atabeyi bulunuyordu. Harran’ı üs olarak kullanan İmadeddin Zengi, nihayet 1144 senesinde Haçlıların elinde bulunan Urfa’nın üzerine yürümek için tetikte bekliyordu. O sırada Haçlılardan bir grup şehir dışına çıktığından şehir nispeten korumasız kalmıştı. Bunu haber alan Zengi hemen Urfa’yı kuşattı. Zengi yirmi sekiz gün süresince yaptığı büyük bir savaş sonucu, şehre girdiler. Böylece İmadeddin Zengi Aralık 1144 tarihinde Urfa’yı Haçlılardan geri aldı.
URFA’DA EYYUBİLER DEVRİ (1182–1260)
Sultan Salahaddin Eyyubî (saltanatı.1174–1193), Haçlılarla mücadele etmek niyetinde olduğundan, Urfa, Harran ve Rakka gibi sınır şehirlerini ele geçirmek istiyordu. 1182 tarihinde de Urfa’yı ve diğer şehirleri çetin bir savaştan sonra Zengilerden aldı. Harran 1182 yılında Eyyubilerin hâkimiyetine girdiğinde Sultan Salahaddin Harran’ı el-Cezire ve Musul bölgelerinin zaptında üs olarak kullandı. Anadolu Selçuklularının Harran ve Urfa’yı kuşatması başarısız olunca, Eyyubi hükümdarı Salih Necmeddin 1236 senesinde Urfa ve Harran’ı kendisine yardım eden ve o tarihlerde Moğolların önünden kaçarak Anadolu’ya gelen Harezmlilere bıraktı. Harezmlerin halka kötü davranışı üzerine, 1241’de Halep Eyyubi hükümdarı Melik Nasır Salahaddin Urfa ve çevresine saldırarak buraları zaptetti.
Bu şekilde Anadolu ve Suriye bölgesinde bulunan İslam devletleri birbirleriyle uğraşırken büyük tehlike de kendilerine yaklaşıyor ve bütün İslam dünyasını tehdit ediyordu. Nihayet Urfa ve çevresi 1244 senesinde Moğolların öncü birlikleri olan Tatarların saldırısına uğradı.
İslam dünyasının üzerine bir kâbus gibi çöken Moğollar, nihayet 1259–60 senesinde Urfa’yı da alarak Eyubilerin hâkimiyetine son verdiler. Böylece Eyyubilerin 75 yıl kadar süren Urfa’daki hâkimiyetleri son bulmuş oldu.
URFA’DA MISIR MEMLUKLERİ DEVRİ
1300’lü tarihlerde Urfa dâhil el-Cezire bölgesinin büyük bir kısmı Mısır Memluklerinin kontrolüne geçmişti. Urfa’nın 1365–70 yıllarında memluklerin hâkimiyetinde olduğu kabul edilmektedir. XIV. Yüzyıl ikinci yarısında ve XV. Yüzyıl başlarında Urfa Memluklar, Karakoyunlular ve Akkoyunlular arasında devamlı el değiştirmiştir. Ayrıca Memlüklüler Harran kalesini de elden geçirmişler ve bazı onarımda bulunuşlardı.
URFA’DA KARAKOYUNLULAR DEVRİ
1362 tarihlerinde Urfa ve çevresinde Şii olan Karakoyunlular hâkim olmuşlar ve bu bölgede bir müddet hâkimiyetlerini sürdürmüşlerdir. 1300’ler önce Moğollar Anadolunun çeşitli bölgelerini yakıp yıktı. 1300’lü yıllarından sonra Urfa, bu defa da Timurluların saldırısına uğradı. 1387’de Anadolu içlerine giren Timur Han (ölüm 1405), birkaç defa Urfa’ya saldırarak birçok yeri tahrip etmiştir. Timur Han, Suriye seferi dönüşü Birecik’i sulh yoluyla Urfa’yı ise savaşarak topraklarına kattı. 1400 senelerinde ise Urfa adeta yeniden imar edilmiştir. Urfa, XIV. Yüzyılda Döger emiri Dımaşk Hocanın (ölüm.1404) hâkimiyeti altında idi.
URFA’DA AKKOYUNLULAR DEVRİ
1404 tarihinde Akkoyunlu hükümdarı Karayülük Osman Bey (ö.1435) Urfa’yı 1432 yılında zapt etti. Akkoyunlular zamanında bir ara Mısır askerlerinin saldırısına uğrayan Urfa, oldukça tahrip edilmiştir. 1457’de kardeşi Cihangir Mirza’nın elinden hâkimiyeti alan Uzun Hasan Akkoyunlu hükümdarı oldu. Uzun Hasan Urfa ve Diyarbakır şehirlerinden dolayı Mısır Memluk devletiyle arada bir mücadele eder ve bazen de barış yapardı. O zamana kadar hükümet merkezi Diyarbakır iken, devletin büyümesinden sonra Tebriz’e taşıdı.
URFA’DA SAFEVÎLER DEVRİ
Urfa, 1514 tarihinde Safevi hükümdarı Şah İsmail’in valisi Eçe Sultan Kaçar’ın elinde bulunuyordu. Sünni mezhebinde olan Urfalılar, Şii mezhebinde olan Safevilerin baskısına tahammül etmek zorunda kalıyorlardı. Safeviler bilhassa Sünni âlimlere çok baskı yapıyorlardı. Şah İsmail Diyarbakır ve Urfa’da birçok âlimi Sünni oldukları için öldürtmüştü. Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim Han, 1514’te İran seferi sırasında Akkoyunlu şehzadelerinden Osmanlıya sığınmış olan Murat Bey (ö.1514) komutasında bir kuvvet göndererek Diyarbakır’ı zapt etmek istemişti. Fakat o sırada Urfa valisi olan Eçe Sultan Kaçar, bu kuvveti bozmuştu. Böylece Urfa bir müddet daha Safevilerin elinde kalmıştı. Bu tarihlerde İbrahim Gülşenî (1426–1534) adındaki Halveti-Gülşeni tarikatı şeyhi de Diyarbakır’da bulunuyordu. Şah İsmail’in baskısı üzerine Urfa’ya uğramış fakat bu baskıya dayanamayarak Mısır’a gitmek zorunda kalmıştır.
OSMANLI İDARESİNDE URFA
XVI. yüzyıl başlarında Mısır devletine bağlı olan Urfa, 5 Nisan 1517 tarihinde Osmanlı sultanı Yavuz Sultan Selim (1512–1520) tarafından alındı. Önce Urfa sancak olarak Diyarbakır eyaletine bağlandı. İlk valisi de Piri Bey oldu. Kanuni Sultan Süleyman (1520–1566) Bağdat seferi sırasında Halep’e geçerken Urfa’ya uğramış ve iki gün Urfa’da kalmıştır. Sultan IV. Murat da Bağdat seferine giderken Urfa’ya da uğramıştır. Evliya Çelebi’nin bildirdiğine göre 17. yüzyılda Urfa üç tuğlu paşalar tarafından idare edilmekte olup, dört mezhebe göre fetva veren bilgili kadılara sahipti. Urfa, Osmanlı idaresine geçmesinden sonra Sultan III. Mehmet (1595–1603) devrinde Celali isyanları sırasında 1599’da ve Sultan II. Mahmut (1808–1839) devrinde Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa isyanı sırasında 1833-1839 yılları arasında Osmanlı idaresinden geçici olarak çıksada Osmanlı ile bağı hiç kopmayan bir şehir olmuştur. Cumhuriyetin ilanına kadar Osmanlı devletinin idaresinde bir sancak olarak kalmış ve sancak beyi tarafından idare edilmiştir.
Urfa 1865 yılına kadar Rakka eyaletinin merkezi olarak yaşamıştır. Bu sırda eyalet paşası Urfa’da otururdu. Bu vali paşalar, Urfa’da saraylar, camiler, medreseler, hamamlar gibi imarlarda bulunurlardı. Dolayısıyla Urfa mamur bir şehir olmuştur. Fakat Urfa, 1865’de sancak olarak Halep eyaletine bağlanınca sadece mutasarrıf Urfa’da oturur oldu. Bu yüzden de Urfa eski mamuriyetini ve değerini kaybetti. Zamanla sönükleşmeye başladı.
CUMHURİYET DEVRİNDE URFA
Birinci Dünya Savaşında Osmanlı Devleti mağlup olmuştu. Osmanlı Devletinin bir bağımsız sancağı olan Urfa da Mondros mütarekesini takip eden günlerde 24 Mart 1919 senesinde İngilizlerin işgaline uğramıştı. 1919 senesinde Urfa 80.000 nufuslu idi. İyi bir araba yolu vardı ve şehir çok iyi inşa edilmiş güzel bir şehirdi. Sokakları döşeliydi ve iyi ve çok kullanışlı bir su sistemi de vardı. İşgalcilerin gelişi ile gerek Müslüman ve gerekse Hıristiyan Urfalılar işgal kuvvetlerinin baskısı altında kalmıştı. Altı ay kadar sonra İngilizler şehri Fransızlara bırakmışlardı. İngilizlerin Urfa’dan ayrılışı ile 30 Ekim 1919’da da Fransızlar Urfa’yı işgal ettiler. Urfanın işgal edilmesi üzerine bütün Anadolu’da olduğu gibi Urfa da işgalcilere karşı kurtuluş mücadelesine girişti. Bu arada Fransızların tahriklerine kapılan ve onlardan kuvvet alan Urfa’nın Ermeni Hıristiyanlarının bir bölümü de Fransızlarla bir olarak yıllarca beraber yaşadıkları Urfa Müslümanları ile savaşmaya başladılar. Urfa Çetelerinin mücadelesi ile 11 Nisan 1920’de urfa Fransızlardan resmen temizlendi ve Türkiye Cumhuriyetine bağlandı. Bunun üzerine şehirdeki Hıristiyan halk Suriye’ye göç etti.
İLÇELER
Akçakale
İlçemiz Şanlıurfa’nın en eski İlçelerinden biridir. İlçenin bilinen tarihi M.Ö. 5000 yılına dayanmaktadır. Sümer ve Hititlerin elinde bulunan bölge M.Ö. 2750 yıllarında başlamaktadır. Sami’lerin istilasına uğramıştır. Daha sonra 612 yılına kadar Asur’ların egemenliğine girmiş olan bölge 550 yıllarından itibaren sırasıyla Pers’lerin ve büyük İskender’in hâkimiyetinde kalmıştır. M.S. 750 yıllarında yöreyi ele geçiren Arap’lar buradaki Bizans hâkimiyetine son vermişlerdir. Nihayet 1071 Malazgirt zaferinden sonra İlçe toprakları Türk hâkimiyetine girmiştir. Lozan Antlaşmasından sonra Türkiye - Suriye sınırlarının çizilmesine müteakip Altınbaşak (Harran) İlçe merkezi haline getirilmiş, 1946 yılında ise İlçe merkezi şimdiki
bulunduğu Akçakale’ye taşınmıştır. Ancak 1987 yılında Harran Bucağı Akçakale İlçesinden ayrılarak müstakil İlçe haline getirilmiştir.
'' AYN-EL ARUS ''
Hz. İbrahim (a.s) Harran'dan Şam'a göç ederken amcası kızı Hz. Sara ve beraberindeki kafile ile birlikte Urfa'nın 50 km. güney batısındaki bir su kaynağında konaklar. Hz. İbrahim(a.s) ve Hz. Sara'nın evlilik töreni burada yapılır. Evlilik töreninin yapıldığı yere "düğün gözü" anlamında "Ayn-el Arus" adı verilir. Halen halk arasında bu isimle anılmaktadır. Bir diğer adı ise "Ayn Halil ür Rahman" dır. Halil ür Rahman kaynağı ve gölü anlamındadır. Bugün yarısı Akçakale ilçemizde yarısı da Suriye topraklarında kalmıştır. Bu su kaynağı vaha görünümünde olup Hz. İbrahim makamı olarak bilinmekte ve ziyaret edilmektedir.
'' CUDİ DAĞI VE CUDİ ŞEHRİ ''
Urfa'dan Akçakale'ye giden yolun 32. km. den itibaren 5 km batıya giderek Cudi Deresine ulaşabilirsiniz. Cudi Deresinin başlangıcından güneye doğru vadiyi izleyerek giderseniz Cudi Dağına ve Cudi Şehri kalıntılarına ulaşabilirsiniz.
Birecik
Tarihi MÖ 2000 yılına kadar dayanır. Hitit, Asur, Pers, Makedon, Bizans ve Arap egemenliğinin izlerini taşıyan şehir, Selçuklular'dan itibaren Türkler'in egemenliğine girmiştir. Adını Birtho'dan aldığı sanılmaktadır. Birtho Asurilerin konuştuğu kadim Arami dilinde tepe demektir. Birecik'in en eski yapısı olup 12 burcundan sadece biri ayakta kalan kalenin kayalık bir tepenin üstünde kurulu olması bu olasılığı güçlendirmektedir. İlçe halkı tahıl ve baklagiller tarımıyla meşgul olur. Fıstık yetiştirme de ilçenin ekonomik hayatında çok önemli bir yer tutar.
Birecik Köprüsü, Birecik ilçesinde Fırat ırmağı üzerindedir. Geçmişte Şanlıurfa-Gaziantep karayolu, Birecik’te kesintiye uğruyor, ırmak bu noktada kayık ve sallarla geçildikten sonra yolculuğa devam ediliyordu. 1951 yılı ortalarında burada bir köprünün yapımına başlandı. 1956 yılı başlarında biten Birecik Köprüsü 720 m uzunluğunda ve 10 m genişlediğindedir. Yolun her iki tarafında yayaların geçmesi için birer metrelik kesimler ayrılmıştır. Birecik tarafında 55’er metre açıklıkta 5 kemer, Gaziantep tarafında ise 26'şar metre açıklıkta 14 bölümü vardır.
Kelaynak kuşlarıyla ünlü, Fırat nehrinin çekiciliği ile doğal ve tarihi eserleriyle göze hoş gelen bir ilçedir. Birecik köprüsü Türkiye'nin ikinci uzun ırmak köprüsüdür. Birecik kuzeyinde Birecik Barajı güneyinde ise, Karkamış Barajı arasında göl havzasında kalmaktadır. İlçe ekonomisi genelde Antep fıstığı üreticiliği üzerine kuruludur.
Birecik Kalesi
Birecik Kalesi Asurlar zamanında yapılmış, çeşitli dönemlerde onarımdan geçmiştir. Büyük kesme taşlardan yapılmış yüksekliği 30-40 m’ yi bulan duvarları üstünde 12 burç bulunmaktadır. Kalenin ilk inşa tarihi hakkında farklı görüşler vardır.
Üzerinde inşa edildiği beyaz kalker tepeden dolayı Beyaz Kale (Kal'etül Beyza/ Beyda) denilen yapı 13. yüzyılda inşa edilmiştir. Birecik kalesi Romalılar,(MÖ.30- MS 395) Franklar(MS 1098- 1150) ve Memlükler Dönemi (1277-1484) olmak üzere üç defa onarım görmüştür.
Birecik ilçe merkezini çevreleyen surlar, büyük bir tahribata uğramış, günümüze ancak bazı burç kalıntıları ve kısmen ayakta kalan iki kapısıyla gelebilmiştir.
Ne zaman yapıldığı tam olarak bilinmeyen surların iki kapısı, bir burcu ve bir duvarında kitabe bulunmaktadır. Bu kitabelere dayanarak 1483 yılına, Memlüklü Dönemine tarihlenmektedir. Bağlar Kapısı ve Meydan Kapısı olarak da bilinen Birecik Surları’nın günümüzde ayakta kalan iki kapısı bulunmaktadır. Bunlar Urfa Kapı ve Meçan Kapıdır.
BOZOVA İLÇE TARİHİ
Fırat nehri kıyısında bulunması dolayısıyla Şanlıurfa’nın önemli ilçelerinden biri olan Bozova ve çevresinde Asurlular döneminde Asuranianu, Romalılar ve Ermeniler döneminde Tormenapa, Araplar döneminde Telhüvek, Türkmenlerin döneminde Yaylak olarak isimlendirilen, tarihi MÖ 7250-5500 yerleşimlerine rastlanılmıştır. Ayrıca 1982 yılında Şanlıurfa Müzesi Müdürlüğünce Bozova İlçesine bağlı Şaşkan (İğdeli) köyü yakınlarındaki küçük ve büyük Şaşkan höyükleri arasında kalan arazide yapılan arkeolojik kazılarda elde edilen bulgulardan bu bölgenin ilk defa günümüzden 7000 yıl önceye dayanan bir yerleşim yeri olduğu anlaşılmaktadır.
Neolitik Çağdan sonraki ilk medeniyet evresi kalkolitik dönem (5500-3200) buluntuları; Şanlıurfa’nın Bozova ilçesine bağlı Kurban Höyük, Lidar Höyük ve Siverek İlçesine bağlı Hasek Höyük kazılarında tespit edilmiş, ayrıca aynı kazılarda ilk Tunç Çağına (MÖ 3200-1800) ait çok sayıda buluntu ele geçirilmiştir.
Bozova civarında kurulan ilk medeniyet Asurluların Asuranianu ismini verdikleri ve MÖ 2000 ile 606 yılları arasında hüküm sürdükleri dönemde yaşayan medeniyettir. Bozova bölgesi daha sonra Makedonyalıların, Roma imparatorluğunun ve Bizans imparatorluğunun eline geçmiştir. 640 yılında Hazreti Ömer zamanında Übeyt İbni El Cerrah tarafından Urfa’nın fethi ile birlikte İslam topraklarına katılmıştır.
1402’den 1516 yılına kadar devamlı olarak İran Safavileri, Mısır Memlukları ve Osmanlıların arasında el değiştirmiştir.
Bozova İlçesi Lidar Höyük’te Heidelberg Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Harald Hauptmann başkanlığında yapılan kazılarda 1985 yılında Hitit devrine tarihlenen bir tablet ele geçirilmiştir. Bir yüzünde 10, diğer yüzünde ise 13 satır çivi yazısı bulunmaktadır. Bu tablet yangın geçirmiş bir tabakada ele geçmiştir ve tabletin transkripsiyonu halen yapılmamıştır.
Bozova İlçesi’ne bağlı Kurban Höyük’teki kazı çalışmaları Chicago Üniversitesi adına Dr. Leon Marfoe başkanlığında 1980 yılında başlanmış ve 1984 yılında çalışmalara son verilmiştir. Bu höyükte de 3 kültür tabakası tespit edilmiş olup, bunlar kronolojik sıraya göre MÖ 5000 - 3000 yılı kalkolotik, MÖ 3000 - 2000 yılı eski tunç çağı ve MÖ 2000 - 1500 yılı orta tunç çağıdır. Kazı çalışmaları sonucunda pişmiş topraktan yapılmış çanak ve çömlekler, tunç iğneler, işlenmiş kemikler, taştan dibekler, pişmiş topraktan yapılmış bina modelleri bulunmuştur.
Bozova İlçesi’ne bağlı Titriş Höyük’te, 1981 - 1982 yıllarında yapılan kazılar sonucu, MÖ 3000 - 2000 yılı eski tunç çağına tarihlenen bu nekropolde 38 mezar açığa çıkarılmış ve 150 adet müzelik eser elde edilmiştir. Gömü hediyeleri olarak bulunan bu küçük buluntular arasında türban başlı iğneler, gümüş yüzükler, midye kabuğundan yapılmış kolye ve küpeler, pişmiş topraktan yapılmış geometrik desenli ve boyalı vazolar, kâseler, bardaklar, biberon ayaklı kaplar ile taştan yapılmış idoller (keman biçiminde) ele geçirilmiştir. Ayrıca Titriş Mezarlığı’nın erken sülâleler devrine tarihlendiğini kanıtlayan kalkerden yapılmış bir silindir mühür de bulunmuştur. Mühür baskısında şöyle bir tasvir göze çarpmaktadır; “Bir ağacın iki yanında art ayakları üzerine kalkmış iki keçi, sağdaki hayvanla ağaç arasında bir platform üzerinde yay boynuzlu bir keçi durmaktadır. Ağacın sağında kanatlarını açmış yılan gibi bir kuş, bir akrep ve başını aşağıya çevirmiş bir yılan vardır. Bunların hemen solunda duran ve belinde kemeriyle hançeri bulunan bir boğa adam elleriyle akrebi ve yay boynuzlu keçiyi tutmaktadır. Bütün bu tasvir göz önünde tutulduğunda kompozisyon açısından erken sülâleler devrinin bütün özelliklerini taşıdığı görülür. Çok tahrip durumda olmasına karşın Titriş Höyük mezarlığında yapılan kurtarma kazısı, Güneydoğu Anadolu ilk tunç çağı, ölü gömme adetlerine bir ışık tutmuştur.
Bozova'ya bağlı Titriş Höyük’te, Müze Müdürü Adnan Mısır’ın başkanlığında California Üniversitesi Öğretim Üyelerinden Dr. Guillermo Algaze’nin iştiraki ile ortaklaşa olarak yapılan kazı çalışmalarına 1991 yılında başlanmış ve 10 yıllık bir sürece göre gerekli plan ve programlar yapılmıştır.
Höyük, ilk tunç çağından (M. Ö. 3000 - 2000) ortaçağa (M. S. 395 - 1435) kadar kesintisiz iskân göstermekte ve büyük bir alana yayılmaktadır. Güneydoğu Anadolu’da erken şehirleşmeye ait önemli buluntular veren Titriş Höyük’te, küçük buluntu olarak pişmiş topraktan yapılmış kâseler, fincanlar, vazolar, koku şişeleri ve bardaklar ile bronzdan yapılmış iğneler, kemik aletler, çakmak taşından ok uçları, pişmiş topraktan hayvan figürleri, bronz yüzükler, taş damga mühürler, ağırşaklar ve İslami devre ait sikkeler sayılabilir.
CEYLANPINAR
Ceylanpınar, ülkemizin tarihte "Yukarı Mezopotamya" diye bilinen Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde kurulmuştur. İlçenin kurulduğu bölgede insan yaşamı M. Ö. 5000 yıllarına kadar dayanmaktadır. Bölge sırasıyla, Asurlular, Hititler, Bizans İmparatorluğu, Abbasiler, Selçuklu Devleti ve Osmanlı İmparatorluğunun sınırları içerisinde kalmıştır. Ancak bu medeniyetler döneminde Ceylanpınar’da bugün tarım İşletmesi arazileri olarak kullanılan yerler ile Kepez Tepesi'nde yerleşim yerlerinin bulunduğu bilinmektedir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde bölgenin mülki yönden bağlı olduğu idari birim Suriye sınırları içerisinde kalan Rasal' ayn ilçesidir. Osmanlı döneminde uygulanan toprak sisteminde bugünkü Ceylanpınar ile Resulayn İlçesi bir "HAS" arazisi oluşturmaktaydı. Bu "HAS" ın son sahibi İbrahim Paşa' dır.
Osmanlı İmparatorluğu' nun parçalanmasından ve en son Anadolu topraklarının çeşitli devletlerce işgal edilmesinden sonra Atatürk' ün önderliğinde kazanılan Kurtuluş Savaşı sonucunda Şanlıurfa ili ve beraberinde Ceylanpınar toprakları da işgalden kurtarılmıştır. 1921 tarihli Ankara Anlaşması ile Türkiye ve Suriye arasındaki sınır, Çobanbey istasyonundan Nusaybin'e kadar demiryolu olarak belirlenmiş, Resulayn Suriye topraklarında kalmıştır.
Ceylanpınar'ın bir yerleşim yeri olarak ortaya çıkmasının başlangıcı, demiryolu üzerindeki istasyon ve buradaki işçilerin yapmış olduğu evlerdir. 1937 yılında, yerleşim yeri nahiye statüsüne kavuşturulmuş ve Viranşehir ilçesine bağlanmıştır.
Ceylanpınar'ın gelişimi, 3130 sayılı Kanunla Zirai Kombinalar Şanlıurfa Grup Amirliği adıyla 1943 yılında kurulan ve daha sonra 1950 yılında yürürlüğe giren 5433 Sayılı Kanunla Devlet Üretme Çiftliği adını alan, nihayet 14.12.1984 tarih ve 18605 Sayılı Resmi Gazete’de ana statüsü yayınlanarak faaliyete geçen Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğüne bağlı 37 işletmeden biri olan şimdiki Tarım İşletmesi Müdürlüğü ile olmuştur. Bir yandan işçi istihdamı, diğer yandan tarıma elverişli geniş araziler nüfusun hızla artmasına neden olmuştur. Mülkiyetin İbrahim Paşa' dan tümüyle Devlete geçmiş olduğu bu yörede, gecekondulaşma suretiyle şehir ve köyler oluşturulmuştur.
1937 yılında Ceylanpınar nahiye statüsüne kavuşmuş ve 1960 yılında Belediye kurulmuştur. İl merkezine 141 kilometre uzaklıkta olan Ceylanpınar, 14.01.1982 tarihinde çıkartılan 2585 Sayılı Kanun'la bağlı bulunduğu Viranşehir'den ayrılarak ilçe haline gelmiştir.
-EYYÜBİYE İLÇESİ
12 Kasım 2012'de TBMM'de kabul edilen 6360 sayılı kanun ile Şanlıurfa merkez ilçesinin üçe bölünmesi sonucu ilçe olmuştur.
-HALFETİ İLÇESİ
M.Ö 855 yılında Asur kralı III. Salmanassar tarafından kurulduğu zaman "Şitamrat" adını taşıyordu. Şehir, tarihi boyunca Hitit, Asur, Med, Pers, Makedon, Selevkos ve Partlar'ın idaresinde kalmıştır. Yunanlar buraya "Urima" adını vermişlerdir. Süryaniler ise "Kal'a Rhomeyta" ve "Hesna d'Romaye" adlarını kullanmışlardır. Güneydoğu Anadolu, Roma İmparatorluğu döneminde Orshoene eyaleti içinde yer almış ve kale bu eyaletteki önemli şehirlerden birisi olmuştur. 2. yüzyılda Bizanslıların eline geçince bu kez "Romaion Koyla" adını almıştır. Şanlıurfa ve çevresi Ömer döneminde fethedilmiş ve daha sonra Emevi, Abbasi, Selçuklu, Zengi ve Eyyübiler’in hâkimiyetlerinde bulunmasına rağmen Rumkale olarak bilinen yerleşim Müslüman devletlerin toprakları dışında kalmıştır. Urfa Haçlı Kontluğunu kuran Boudovin de Boulogne 1116 yılında Rumkale’yi Ermeni Prensi Gog-Vasil’in elinden aldı. Urfa kontesi Beatrice 1150 yılında Rumkale' yi, Ermeni Katolikosuna teslim etti. Rumkale, 1260 yılında İlhanlı hükümdarı Hülagu' nun orduları tarafından ele geçirildi.
1280 yılında Beysari komutasındaki Memluk ordusu tarafından kuşatılmış, sonuç alınamayınca şehirdeki Hıristiyan mahalleleri beş gün süreyle yağmalanmıştır. 1292 yılında bu kez Memluk Sultanı Eşref tarafından ele geçirilen ve son kez Memlükler tarafından tamir edilen şehre "Kal'at-ül Müslimin" adı verildi. Yavuz Sultan Selim zamanında Osmanlılara geçen şehir, zamanımızda da kullanılan "Urumgala" ve "Rumkale" adlarını alarak Halep Eyaleti'ne bağlandı. Osmanlı döneminde hudut şehri özelliğini kaybeden yerleşim stratejik önemini kaybetmiştir. Şehrin nüfusunun 19. yüzyılda 5-l0 haneye kadar düşmesi ve Rumkale'nin harap olmasıyla yerleşim alanı Fırat’ın karşı sahiline nakledilmiş ve bugünkü Halfeti yerleşimi kurulmuştur. 1926 yılına kadar Birecik’e bağlı bir nahiye olan Halfeti, 1954 yılında ilçe haline getirilmiştir.
-HALİLİYE İLÇESİ
12 Kasım 2012'de TBMM'de kabul edilen 6360 sayılı kanun ile Şanlıurfa merkez ilçesinin üçe bölünmesi sonucu ilçe olmuştur
Harran
Şanlıurfa’nın 44 km. güney doğusunda bulunan ve her yıl binlerce yerli ve yabancı turist tarafından ziyaret edilen tarihi kent Harran, kendi adıyla anılan ovanın merkezinde kurulmuştur.
Tevrat’ta “Haran” olarak geçen yerin burası olduğu söylenir. İslâm tarihçileri kentin kuruluşunu Nuh Peygamber’in torunlarından Kaynan’a veya İbrahim Peygamber’in kardeşi “Aran”a (Haran) bağlarlar. XIII. yüzyıl tarihçilerinden İbn-i Şeddat, Hz. İbrahim’in Filistin’e gitmeden önce bu şehirde oturduğunu, bu nedenle Harran’a Hz. İbrahim’in şehri de denildiğini, Harran’da İbrahim Peygamber’in evinin, adını taşıyan bir mescidin, O’nun otururken yaslandığı bir taşın var olduğunu yazmaktadır.
Harran tarihiyle ilgili en doğru bilgiler arkeolojik kazılardan elde edilen buluntulara dayanmaktadır. Harran adına ilk defa, Kültepe ve Mari’de bulunan M.Ö. II. bin başlarına ait çivi yazılı tabletlerde “Har-ra-na” veya “Ha-ra-na” şeklinde rastlanmaktadır. Kuzey Suriye’de Ebla’da bulunan tabletlerde ise Harran’dan “Ha-ra-an” olarak bahsedilmektedir. M.Ö. II. binin ortalarına ait Hitit tabletlerinde, Hititlerle Mitanniler arasında yapılan bir antlaşmaya Harran’daki Ay Tanrısı’nın (Sin) ve Güneş Tanrısı’nın (Şamaş) şahit tutulduğu belirtilmektedir.
Tüm bu tarihi belgelerden anlaşıldığı kadarıyla, Harran adı 4000 yıldan beri değişmeden günümüze kadar gelmiştir. Harran adı, Sümerce ve Akatça “Seyahat-Kervan” anlamına gelen “Haranu”dan gelmektedir. Bazı kaynaklar bu kelimenin “keşişen yollar” veya “şiddetli sıcak” anlamına geldiğini de kaydetmektedirler.
Gerçekten de Harran, Kuzey Mezopotamya’dan gelerek batı ve kuzey batıya bağlanan önemli ticaret yollarının kesiştiği bir noktada bulunmaktadır. Bu özelliğinden dolayı Harran, Anadolu ile sıkı ticaret ilişkileri bulunan Assurlu tüccarların önemli uğrak yerlerinden biri idi. Anadolu’dan Mezopotamya’ya, Mezopotamya’dan Anadolu’ya olan ticaret akışının binlerce yıl Harran üzerinden yapılmış olması bu tarihi kentte zengin bir kültür birikiminin oluşmasına neden olmuştur.
Harran; Ay, Güneş ve gezegenlerin kutsal sayıldığı eski Mezopotamya’daki Assur ve Babillerin politeist inancına dayanan Paganistliğin (Putperestlik) önemli merkezlerinden olması yönüyle de ünlü idi. Bu nedenledir ki Harran’da Astronomi ilmi çok ilerlemiştir.
Babiller döneminde “ilu sa ilani” (tanrıların tanrısı), “sar ilani” (tanrıların kralı) ve “bel ilani” (tanrıların efendisi-rabbi) olarak adlandırılan Ay Tanrısı “Sin” paganistlerin en büyük tanrısı olma özelliğini asırlar boyu devam ettirmiş ve Romalılar döneminde “Mar alahe” olarak adlandırılmıştır.
İslâm kaynaklarında “Harrânîler” (putperestler) adıyla anılan bu dinin mensuplarının bir kısmı, Abbâsi Halifesi Me’mun’un “Kur’an’da geçen bir dini seçin” tavsiyesi üzerine bir kısmı Hıristiyan, bir kısmı da Müslüman olmuş, önemli bir kısmı ise “Hiç kötülük etmeyen yüce bir yaratıcı”nın varlığını kabul eden ve Kur’an’da ehl-i kitapla beraber üç defa zikredilen, İslâm hukukçularına göre Hıristiyan ve Musevilerle aynı hukuki haklara sahip olan güney Mezopotamya’daki Sabiilerin monoteist inanç sistemini benimsemiştir. Ancak Sabiizmi benimseyen bu grup eski Paganist inançlarından tam kopmayarak bu yüce varlığın sadece yaratma gibi önemli işleri gördüğüne, yarattığı varlıklarla ilgili diğer işleri ise aracı ilah olarak niteledikleri gezegenlerin ve bunlar adına inşa edilen tapınaklarda onları temsil eden putların yaptığına inançlarında yer vermiştir. Bu dönemde Sin hala tanrılar sisteminin zirvesinde yerini koruyor. “İlahü’l-alilah” (tanrıların tanrısı) ve “”rabbü’l al-ilah” (tanrıların rabbi) olarak adlandırılıyordu. Böylece güney Mezopotamya’daki esas Sabiizm’den farklı bir çehreye bürünen bu dinin mensupları “Harranlı Sabiiler” olarak anılagelmişlerdir.
Urfa’nın Hıristiyanlığın en önemli merkezlerinden biri haline gelmesine karşılık, Harran Sabiilerin merkezi olmuş ve Hıristiyanlar Harran’a putperest şehri anlamına gelen “Hellenopolis” adını vermişlerdir. Varlıklarını M.S. XI. yüzyıla kadar sürdüren Sabiilerin son mabedi h. 474 (m. 1081) de Nûmeyriler adına şehrin valisi olan Yahya b. el-Şatr tarafından yıktırılmış ve böylece Harran’daki Sabiizm sona ermiştir.
Dünyadaki üç büyük felsefe ekolünden birisi “Harran Ekolü”dür. İlkçağdan beri varlığı bilinen Harran Üniversitesi’nde dünyaca ünlü bir çok bilgin yetişmiştir. Devrinin en büyük matematikçilerinden, tabiplerinden ve Yunan filozoflarının eserlerini Arapçaya çevirenlerinden 821 doğumlu Sabit bin Kurra, o tarihlerde Dünyadan Ay’a olan uzaklığı doğru olarak hesaplayan Battani (Avrupalılar Albetegni veya Albatanius derler), Yunan filozoflarının aksine maddenin bölünebilen en küçük parçasının müthiş bir enerji ile parçalanarak Bağdat gibi bir şehri yıkabileceğini söyleyen ve böylece atomun mucidi sayılan Cabir bin Hayyan, din bilgini Şeyh-ül İslâm İbni Teymiyye Harran’daki okullarda yetişmiş dünyaca ünlü alimlerden bazılarıdır.
Emevi hükümdârlarından II. Mervan 744 yılında Harran’ı Emevi Devleti’nin başkenti yapmıştır. Emevilerin Asya bölümü 750 yılında Abbâsilere yenilerek Harran’da sona ermiştir. Abbâsi hükümdârı Harun Reşit zamanında “Harran Üniversitesi” dünyada büyük bir ün kazanmıştır.
Cüllab ve Deysan ırmaklarının suladığı kuzey Mezopotamya düzlüğünde bulunan Harran Ovası tarihte bir ağ gibi su kanalları ile örülmüş bir tarım sahası idi. 1184 yılında Harran’ı ziyaret eden Seyyah İbni Cübeyr, burasının gölgelik ve ağaçlık olduğunu, çeşitli meyve sebzelerin yetiştiği, uzun süren bir kuraklık sonucunda ise harap olduğunu yazmaktadır.
1242 yılında Harran’a gelen İbni Şeddad şunları yazmaktadır: “Deysan ve Cüllab nehirleri arasında kurulmuş olan şehirdeki imalathânelere Cüllab nehrinden su gelirdi. Cüllab, Diphisar adlı bir köyden çıkar ve Harran’ı sulardı. Nehrin suları şehrin bazı evlerine kadar ulaşırdı. Harran’da 14 hamam vardı. Devlet ovadaki sulamadan 170.000 dirhem vergi alıyordu”.
Fatımiler, Zengiler, Eyyûbiler ve Selçuklular gibi Türk-İslâm devletlerinin yerleşmesine sahne olan Harran, 1260 yılı başlarında Moğollar tarafından işgal edildi. 1270 yılında Moğollar burayı ellerinde tutamayacaklarını anlayınca Camiini, surlarını ve kalesini yakıp yıkarak kenti tahrip ettiler. Halk Mardin, Dimaşk (Şam) ve Halep’e kaçtı. Etraftaki göçebeler tarafından işgal edilen tarihin bu altın şehri bir köy haline geldi ve o muhteşem günlerine bir daha dönemedi.
1518 tarihli tapu tahrir defterlerinden, Harran’ın Osmanlı döneminde 250-280 nüfuslu bir köy olduğu anlaşılmaktadır.
Cumhuriyet döneminde Akçakale İlçesi’ne bağlanan Harran, GAP Projesinin bölgeye getireceği canlılık göz önüne alınarak 1987 yılında çıkartılan bir kanunla ilçe haline getirildi.
Bugün Cüllab ve Deysan ırmakları kurumuş olduğundan Harran sudan ve yeşilden mahrum bir ovanın ortasında 5000 yıllık tarihi ile ayakta durmaktadır. Tipik evleri, höyüğü, kalesi, şehir surları ve çeşitli mimari kalıntıları ile turistlerin büyük ilgisini çekmektedir. Atatürk Barajı ve Urfa Tünelleri vasıtasıyla Haran Ovası’na akıtılan Fırat Nehri, Harran’ı tarihteki yeşil ve verimli günlerine tekrar kavuşturmuştur.
Harran'daki Mimari Eserler
I. Yazılı Kaynaklarda Geçen Mimari Eserler
Harran'daki mimari eserlerle ilgili en eski ve detaylı bilgileri İbni Cübeyr h. 580 (m. 1184), İbni Şeddad h. 640 (m. 1242) ve Evliya Çelebi'den (17. yüzyıl ortaları) öğrenmekteyiz. Ayrıca, R.C.Chesney (1850), G.P. Badger (1852), E.Sachau (1883), C. Preusser (1950), D.S.Rice (1951-1956) ve Dr. Nurettin Yardımcı (1983-devam ediyor) Harran'daki mimari eserlerle ilgili çeşitli araştırmalarda bulunmuşlardır. Harran tarihi ile ilgili en geniş Türkçe eser Prof. Dr. Ramazan Şeşen'in 1993 yılında Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları arasında çıkan "Harran Tarihi" adlı eseridir.
Çeşitli kaynaklardan anlaşıldığına göre, Hz. Ömer zamanında İyaz b. Ğanem tarafından 640 yılında fethedilen Harran'da ilk islami eserler inşa edilmeye başlanmıştır. Emevi başkentliği yaptığı dönemde (744-750 II. Mervan zamanı) imar faaliyetleri hızlanarak şehir mimari eserlerle donatılmıştır. Mervan, 10 milyon dirhem harcayarak Harran'a bir hükümdâr sarayı yaptırmış, Cami el-Firdevs'i (Cennet Camii-Ulu Cami) yeniletmiş ve su kanalları açarak tarımı geliştirmiştir. İmâdeddin Zengi'nin 1127 tarihinde Harran'ı almasından sonra, Zengi'nin oğlu Nureddin Mahmud ve Selahaddin Eyyûbi zamanlarında şehirde medrese, hastane, çarşı, hamam gibi çok sayıda mimari eserin inşa edildiği, miladi 1175 depreminde zarar gören yapılar ile Ulu Cami'nin restorasyonunun yapıldığı yine çeşitli kaynaklarda kayıtlıdır.
H. 580 (m. 1184) tarihlerinde Harran'a gelen seyyah İbni Cübeyr, Ulu Cami'den, şehrin surlarından ve kalesinden detaylı bir biçimde bahsetmektedir. İbni Cübeyr bunlardan başka, Harran'ın camilerinin çok olduğunu söyleyerek bunlardan Ebü'l-Berakat Hayat b. Abdülaziz Mescidi (Hayat el-Harrânî Camii) ve güneyindeki zaviyesinden, Seleme'nin mescidinden bahseder ve ayrıca eski bir mescidi ziyaret ettiğini söyler. Harran'da bir medrese (Üniversite) ve iki hastanenin mevcut olduğunu anlatan İbni Cübeyr, şehrin çok düzenli kapalı çarşılarının bulunduğunu söyleyerek bunları büyük yolları olan bir saraya benzetir. İbni Cübeyr, çarşılardaki her dört yol kavşağının taşla örülmüş büyük bir kubbe ile örtülü olduğunu ve bu kubbelerin sokakları ayıran bir nokta konumunda bulunduğunu ve Ulu Caminin bu çarşılara bitişik olduğunu söyler.
H. 640 (m. 1242) yılında (Eyyûbiler devri) Harran'a vergilerin teftişi için gönderilen tarihçi İzzeddin b. Şeddad şehrin son mamur zamanını görmüş ve bizlere Ulu Cami, kale ve surlar hakkında önemli bilgiler aktarmıştır.
İbni Şeddad, şehirde Hz. İbrahim (a.s.) adına bir mescidden ve O'nun otururken dayandığı söylenen bir kayadan ve diğer bir mescidden söz etmektedir. Yine İbni Şeddad'ın verdiği bilgilerden Harran'da Nureddin Mahmud b. Zengi (ölümü 1174), Şemseddin Şukayr, Hacı Naam Hanım, Şemseddin Ebu Muhammed b. Selame b. el-Attar tarafından inşa ettirilmiş Hanbelilere ait dört medresenin, birini Nureddin, diğerini Cemaleddin Şadbaht'ın yaptırdığı iki hanikâh'ın (tekke), Gökböri tarafından inşa edilen (1182 Eyyûbi devri) bir hastanenin mevcut olduğunu öğrenmekteyiz. İbni Şeddad ayrıca; Balat Hamamı, Kilise Hamamı, Reis Hamamı, Şeyh Hamamı, Sebba Hamamı, Ali Hamamı, Veliyat Hamamı ile şehrin dışında Büyük Kapı (Halep Kapısı) önünde iki, Yezid Kapısı önünde Hacib Ali tarafından inşa ettirilen iki hamam olmak üzere Harran'da toplam 14 hamamın bulunduğunu söylemektedir.
Onyedinci yüzyılın ortalarında (1650 yılları) Harran'ın harap haline yetişen ünlü seyyah Evliya Çelebi burasını, "Şehir harap, evler toprak olup kalesinde insanoğlu kalmamıştır. Ancak kargir camileri, han ve hamamları kalıp diğer harap evler içerisinde çöl arapları kışlamaktadır" cümleleriyle anlatmaktadır.
Günümüzde şehir surları içerisinde kalan alan üzerinde adeta yerden fışkırır durumda yüzlerce mimari eserin temel kalıntıları görülebilmektedir. Bunların en önemlileri Ulu Cami'nin kuzey doğusunda yer alan ve Rice tarafından "Mervan Evi" olarak adlandırılan temel kalıntıları ile bunun kuzey doğusundaki cami ve kilise kalıntılarıdır. Ayrıca, eski fotoğraflardan yüzyılımızın başlarında kısmen ayakta olduğu anlaşılan "Küçük Cami"nin temel kalıntıları Rakka Kapısı yakınında bulunmaktadır.
II. Harran Kazılarında Bulunan ve Günümüzde Ayakta Olan Mimari Eserler
Parlak bir tarih ve ilim geçmişine sahip olan Harran, tarih boyunca bir çok devletin hâkimiyetine girdiğinden kültürlerin kaynaştığı bir kent olmuş ve zengin mimari eserlerle donatılmıştır. Ancak, hiçbir zaman Bizans ve Haçlı hâkimiyetine girmeyen Harran'da bu devletlere ait eserler yer almamıştır.
Kentin ortasında yer alan höyükte ve sur içerisindeki harabelerde Sin Mabedi ve üniversite dahil en eski mimari eserlerin temel kalıntıları yer almaktadır. Harran'ın zengin mimarisinden sadece surlar, iç kale, Ulu Cami, Şeyh Hayat el-Harrânî türbe ve camii ile konik kubbeli evler günümüze kadar gelebilmiştir.
Harran Höyüğü
Şehrin ortasında yer alan 22 m. yüksekliğindeki höyük oldukça geniş bir alana yayılmıştır. M.Ö. III. binden M.S. XIII. yüzyıla kadar kesintisiz olarak iskan edilen Harran Höyüğü, içerisinde çeşitli devirlere ait mimari kalıntıları ve bölgenin tarihini gün ışığına çıkartacak belgeleri barındırmaktadır.
Höyükte ilk araştırmalara 1951 yılında D.S.Rice tarafından başlanılmış ve bu araştırmalar aralıklarla 1956 yılına kadar devam etmiştir. O tarihten bu yana arkeologların gözünden ırak olan Harran höyüğünde 1983 yılında Dr. Nurettin Yardımcı başkanlığında araştırma ve kazılara yeniden başlanılmış ve M.Ö. III. binden XIII. yüzyıla kadar devreleri içerisine alan çeşitli buluntulara rastlanılmıştır. Üst tabakada geniş bir alana yayılmış olarak ortaya çıkartılan XIII. yüzyıl İslâmi devir şehir kalıntısı; su kuyularının bulunduğu avluları olan kare ve dikdörtgen planlı bitişik nizamlı evler, bu evlerin oluşturduğu dar sokaklar ve ortasında büyük bir kuyunun yer aldığı meydanlar, o dönemin İslam şehirleri ve konut mimarisi hakkında önemli ipuçları vermektedir.
Kazılardan elde edilen çok sayıdaki İslâmi devir sikke, sırlı ve sırsız seramik kaplar, taş aletler, çeşitli süs eşyaları, madeni eserler, idol ve hayvan figürinleri Şanlıurfa Müzesi'nde sergilenmektedir.
Sin Mabedi
Babil dönemine ait ünlü Sin Mabedi Harran'da inşa edildiği bilinen en eski anıtsal eserdir. M.Ö. 2000 başlarına ait Kültepe ve Mari tabletlerinde Harran'daki Sin (Ay Tanrısı) Mabedi'nde bir antlaşma imza edildiğine dair bilgiler bulunmaktadır. Yine M.Ö. II. bininin ortalarına ait Hitit tabletlerinde, Hititlerle Mitanniler arasında yapılan bir antlaşmaya Harran'daki Ay Tanrısı Sin'in ve Güneş Tanrısı Şamas'ın şahit tutulduğu belirtilmektedir.
Yeri kesin olarak tespit edilemeyen Sin Mabedi'nin, höyükte, iç kalede ya da Ulu Camii'nin yerinde olduğu konusunda değişik fikirler ileri sürülmektedir. Bunlardan İbn-i Şeddad, bu mabedin Ulu Cami'nin yerinde olduğunu, Harran'ın 640 yılında İyâd b. Ğanem tarafından fethedilmesiyle bu mabedin camiye dönüştürüldüğünü, Paganistlere kendi mabedlerini yapmaları için başka bir yer verildiğini söylemektedir.
Rice'nin yaptığı kazılarda, Ulu Cami'nin doğu, batı ve kuzey avlu kapılarının girişinde ters vaziyette döşeme taşı olarak kullanılmış üç bazalt stel bulunmuştur. Babil Kralı Nabonid dönemine tarihlenen (M.Ö. V. asır) bu stellerden birinin Güneş Tanrısı Şamas'ı temsil ettiği tespit edilmiş, üçüncü stelin mahiyeti anlaşılamamıştır. Şanlıurfa Müzesi'nde sergilenmekte olan bu steller Ulu Cami'ye başka bir yerden getirilmiş olabileceği gibi, caminin yerinde bulunması muhtemel olan Sin Mabedi'ne ait de olabilirler. İkinci ihtimal İbn-i Şeddad'ın söylediklerine ağırlık kazandırmaktadır.
Dr. Nurettin Yardımcı 1985 yılı kazılarında höyüğün 36 DD ve 36 GG plan karelerinde bulduğu, Babil Kralı Nabunaid dönemine ait çivi yazılı iki tablette Sin Mabedi'nden ve E.HUL.HUL tapınağından söz edilmiş olmasına dayanarak mabedin höyükte olabileceğini ileri sürmektedir.
Harran'da XI. yüzyıla kadar varlıklarını sürdüren Sabiilerin h. 474 (m. 1081)'de Nûmeyrilerin valisi Yahya b. el-Şatr tarafından yıktırılan son mabedlerinin yeri, bugünkü kalıntılar arasında tespit edilememiştir.
Harran Üniversitesi
İlk Çağ'dan beri varlığı bilinen ve miladi 718-913 tarihleri arasında (İslâmi dönem) bilim ve sanatta doruk noktaya ulaşan Harran Okulu'nun (Üniversite) İslâm öncesi ve İslâmi dönemdeki yeri, bugünkü kalıntılar arasında tespit edilememiştir. Halk arasında ve kaynaklara dayanmayan bazı yayınlarda büyük bir yanlışlıkla Emevi dönemine ait Ulu Cami'nin kalıntıları Üniversitesi olarak gösterilmekte ve caminin minaresi rasat kulesi olarak tanıtılmaktadır. Ancak Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün 1976 yılı kazılarında, caminin doğu ve kuzey cephelerinde bitişik olarak ortaya çıkan küçük hücrelerin İslâmi dönem üniversitesinde (medrese) ait olduğu tahmin edilmektedir.
Devam etmekte olan kazılardan elde edilecek bulgular, bu konuyu açıklığa kavuşturacaktır.
Tarihi Harran Üniversitesi'nin kuruluşu hakkında elimizde yeterli kaynak bulunmamaktadır. Assur ve Babil dönemlerinden (M.Ö. II. bin) İslâmi döneme kadar (M.S. VII. yy) devam eden ve gezegenleri temsil eden gelişmiş bir Tanrılar Kültü'nün Harran'da yaşamış olması, M.Ö. II. binde buradan astronomi biliminin ileri bir düzeyde olduğunu göstermekte ve bu bilimin ancak bir okulda sistematik bir şekilde öğretilmiş olabileceğini akla getirmektedir. Bu görüşe dayanarak, Harran Okulu'nun temellerinin Assur ve Babil dönemlerinde atıldığını söylemek mümkündür.
M.S. II. ve III. yüzyıllarda Antik dünyanın eğitim merkezi sayılan İskenderiye ve Atina okullarından ikincisinin 529 yılında Justinianus tarafından kapatılması üzerine, bu okulun hocalarının Roma-İran arasında yer alan Elcezire bölgesindeki okullara dağıldıkları ve bu hocalardan Simplicius'un Harran'da kalarak Harran Okulu'na çeki düzen verdiği bilinmektedir. Ancak Harran Okulu'nun bu tarihten önceki durumu ve alimleri hakkındaki bilgiler henüz karanlıktadır.
Ömer b. Abdülaziz'in 634-644 yılları arasındaki halifeliği döneminde, Antakya ve Harran okulları ilmi araştırmaların merkezi yapılmıştır.
M.S. 718 yılında İskenderiye Okulu da kapatılınca, buradaki hocalar Antakya ve Harran okullarına gitmişlerdir. Emeviler devrinde (660-750) Elcezire bölgesindeki okullar ve bilhassa Harran Okulu, büyük bir gelişme göstermiş ve VII. yüzyılın ortaları ile VIII. yüzyılın ilk yarısında Harran'da çeviri çalışmaları hızlanmıştır. Bu dönemde Harran Okulu'nda Paganist, Sabii, Hıristiyan ve Müslüman alimler rahat bir ortamda serbestçe çalışıyorlar ve ilkçağ Yunan aydınlarının çoğu Anadolu'da bulunan eski yazmalarını ve Süryani yazmalarını Arapça'ya çeviriyorlardı. Bu çeviriler arasında ilkçağ bilgin ve bilgelerinden Öklid, Thales, Pisagor ve Arşimed'in eserleri de yer alıyordu.
Bilindiği kadarıyla düşünce ve bilim tarihinde önemli bir dönemi ve evreyi teşkil eden İskenderiye'den Harran'a uzanan öğretim merkezleri zinciri içerisinde öncelik İskenderiye'ye aitti. Öğretim merkezi olma durumu İskenderiye'den Antakya'ya, oradan Harran'a, Harran'dan Bağdat'a geçmiştir. Harran Okulu'nda yetişmiş alimlerle ilgili bilgiler, VIII. yüzyıldan itibaren bize ulaşmakta, daha öncekiler hakkında yeterli kaynak bulunmamaktadır.
Harran Şehir Surları
Elips şeklindeki Harran şehri, bazı kaynaklara göre 8, bazı kaynaklara göre 6 adet kapısı, 187 adet burcu olan, kesme taşlardan inşa edilmiş müstahkem bir sur ile çevrilmiştir. Surların dışında yer alan ve günümüzde toprakla dolmuş olan hendeğin eskiden su ile dolu olduğu bilinmektedir. Şehrin güney-doğu köşesinde kesintiye uğrayan surların yerini İçkale tamamlamaktadır. Harran surları günümüzde yer yer yıkılmış olmasına rağmen çepeçevre izlenebilmektedir. Kapılardan sadece Halep Kapısı ayaktadır.
İbni Cübeyr, büyük bir şehir olduğunu belirttiği Harran'ın yontma taşlardan yapılmış son derece sağlam bir surunun bulunduğunu söylemektedir.
İbni Şeddat bu konuda daha ayrıntılı bilgi vererek şöyle demektedir. "Çok müstahkem bir suru vardı. Surların 8 kapısı bulunuyordu. Bunlar, saatin yelkovan yönünde güneyden başlayarak Rakka Kapısı (kapalıydı), Büyük Kapı (Halep Kapısı), Niyar Kapısı, Yezid Kapısı, Feddan Kapısı, Küçük Kapı, Gizli Kapı ve Su Kapısı'dır. Rivayete göre son kapının üzerinde bakırdan yapılmış iki yılan tılsımı vardı. Bunlar şehre yılanların zarar vermemesi için yapılmıştı". İbni Şeddad'ın anlattığına göre şehrin dış mahallesi de şehir suruna bitişik bir surla çevriliydi.
Halep Kapısı'nın bir gravürü ilk defa R.A.Chesney tarafından 1850 yılında yayınlanmıştır. Harap bir durumda olan bu kapı, son yıllarda Kültür Bakanlığı'nca restore edilmiştir. Chesney'in gravüründen haberdar olmayan restoratör mimarlar, büyük hatalar yaparak kapıyı orijinal şeklinden uzaklaştırmışlardır. Kapı alınlığındaki h. 588 (m. 1192) tarihli kitabede Selahaddin Eyyûbi'nin kardeşi el-Melik el-Adil'in adı geçmektedir.
Seton Lloyd ve W.C.Brice 1951 yılında yayınladıkları şehir planında, doğuda Bağdat Kapısı, Musul Kapısı, Aslanlı Kapı, batıda Halep Kapısı, kuzeyde Anadolu (Rum) Kapısı ve güneyde Rakka Kapısı olmak üzere, Harran şehir surlarının 6 kapısını işaretlemişlerdir.
D.S.Rice ise yayınladığı planda, bu kapılara ilave olarak kalenin güneyine bitişik gösterdiği Niyar Kapısı'nın da adını vererek surların 7 kapısı olduğunu belirtmiştir.
Harran Kalesi
Şehrin güney doğusunda yer alan İçkale, surların o kesimdeki parçasını oluşturmaktadır.
Hemen hemen bütün kaynaklar, kalenin yerinde bir Sabii mabedinin bulunduğundan söz etmektedirler. İslâm kaynaklarında kaleden ilk kez bahseden el Mukaddesi (h. 4.-m. 10. asır) burasının Kudüs kalesi gibi taştan yapıldığını, güzel ve sağlam olduğunu söylemektedir.
Emevi Halifesi II. Mervan'ın 10 milyon dirhem harcayarak Harran'da yaptırdığı bilinen sarayın kale olması ihtimali vardır.
İbni Cübeyr, Harran kalesinden "Şehrin doğusunda boş bir arsa ile ayrılmış müstahkem bir kalesi vardır. Bu kalenin etrafına döşenmiş taşlarla yapılmış derin ve geniş bir hendek bulunur. Bu hendek şehrin suru ve kaleyi birbirinden ayırır. Hendeğin suru da çok sağlamdır" cümleleriyle bahsetmektedir.
İbni Şeddad ise, şehrin doğusunda bulunan kaleye eskiden El-Müdevver denildiğini, burasının Harran Sabiilerinin mabedlerinden biri olduğunu, 1192 başlarında kaleyi ağabeyi Selahaddin Eyyûbi'den devralan Melik el-Adil'in o tarihte kaleyi yenilettiğini söylemektedir. (Melik Adil'in adı Halep kapısı üzerindeki 1192 tarihli kitabede geçmektedir.)
XVII. yüzyılın ortalarında Harran'ı ziyaret eden Evliya Çelebi Harran Kalesi için, "Urfa'dan güney tarafında 9 saat giderek Harran Kalesi'ne geldik. Burayı da Nemrud yapmıştır. Çöl içinde gayet sağlam bir kaledir. Beşgen şeklinde olup sanki usta elinden yeni çıkmış gibidir" demektedir.
Düzensiz dikdörtgen planındaki Harran Kalesi'nin dört köşesinde onikigen birer kule bulunmaktadır. Bunlardan kuzey batıdaki kule tamamen yıkılmıştır. Güney doğudaki kulenin dış kısmı yıkılmış olup iç kısmı ayaktadır. Güney batıdaki ve kuzey doğudaki kuleler ise kısmen ayaktadır.
Harran Kalesi ile ilgili en detaylı incelemeyi Lloyd ve Brice yapmıştır. Kalenin rölöve ve kesitlerini çizerek 1951 yılında yayınlayan bu iki araştırmacıya göre 90x130 m. boyutlarındaki kale üç katlı olup, bazıları tonozlu 150 odaya sahiptir. Her iki araştırmacıya göre; kale İslâm öncesi, İslâmi devirler ve güneybatı kulesinin arkasındaki süslü bir geçit dolayısiyle el-Melik el-Adil zamanı (1192) olmak üzere üç dönemde inşa edilmiş olmalıdır. Melik el-Adil dönemi olarak tarihlenen bölüm, kalenin batı kesiminde olup burada beşik tonozlu büyük bir mescid, bir galeri ve çeşme olduğu tahmin edilen zikzak kemerli ve köşe sütunçeli bir niş bulunmaktadır.
1951 yılı kazılarında, kalenin doğuya bakan cephesinin güney kesiminde bazalt taşından yapılmış at nalı kemerli bir kapı ortaya çıkartılmıştır. Bu kazıda bulunan ve kapıya ait olan kitabe parçalarında Nûmeyrilerin üçüncü hükümdârı Meni'in (Kav-vam) adı ve h. 451 (m. 1059) tarihi geçmektedir. Rice, bu kitabeyi kalenin ikinci devre inşaatına bağlamaktadır. Kapının her iki yanında, başlarını arkaya çevirmiş vaziyette, tasmaları zincirli birer çift köpek kabartması bulunmaktadır. Rice, yıkılmış olan bu kapının restitüsyonunu yayınlamıştır.
Rice, kalenin güney cephesinin batı kesimindeki duvarda yer alan Memluk stilindeki tarihsiz kitabe şeridinin h. 715 (m. 1315) yılında Malatya üzerine ordu gönderen el-Nasır'a ait olduğunu söylemektedir.
1951 yılında kale içerisinde yapılan kazılarda, İslâmi döneme ait 90 küsur parça nadide madeni kap (havan, sini, kazan) bulunmuştur. O tarihlerde Urfa'da müze olmadığı için bu eserler Ankara Etnoğrafya Müzesi'ne gönderilmiştir. Son yıllarda Harran Kazıları Başkanı Dr. Nurettin Yardımcı'nın girişimleriyle bu eserlerin bir kısmı Urfa Müzesi'ne geri getirilmiştir. Tavanları çökmüş, içerisi toprakla dolmuş çok sayıdaki oda ve koridor, yapılacak kazılarla temizlendiği takdirde, daha birçok eser ve belgenin gün ışığına çıkarılacağı muhakkaktır.
Harran Ulu Cami
Harran höyüğünün kuzey doğu eteğinde yer alan Ulu Cami, Anadolu'nun ilk anıtsal camii, ilk revaklı avlulu ve şadırvanlı camii, en zengin taş süslemeli camii olma gibi daha birçok önemli özelliklere sahiptir. Çeşitli kaynaklarda "Cami el-Firdevs (Cennet Camii) veya "Cuma Camii" adlarıyla geçen Harran Ulu Camii ile ilgili en eski bilgileri, İbni Cübeyr bizlere şu cümlelerle aktarmaktadır. "Cami ağaç direklerle ve kemerlerle tavanlanmıştır. Direklerin uzunluğu 15 adım tutar ve mermer döşemenin üstünde boydan boya uzanır. Bu camiden daha geniş kemerli olan cami görmedim. Camiye giriş sahnının duvarlarının her tarafından kapılar açılmıştır. Bunlardan dokuzu ana kapının sağında, dokuzu solundadır. Ondokuzuncu kapı olan ana kapı ortada olup büyük kemerlidir. Bu kapı sanki şehir kapıları gibi heybetli ve güzeldir. Bu caminin kapılarının hepsi ağaçtan olup son derece süslü ve ustaca yapılmış kilitleri vardır. Bu caminin yapısında ve ona bitişen çarşıların planlanmasında şehirde nadir görülen bir güzellik ve intizam gördük".
İbni Şeddad, caminin esasının Sabiilerin büyük Ay Mabedi (Sin Tapınağı) olduğunu, Hz. Ömer zamanında İslâm orduları komutanlarından İyaz b. Ganem 640 yılında şehri alınca bu mabedi camiye çevirdiğini, Sabiilere kendi mabedlerini yapmaları için başka bir yer verdiğini söylemektedir. Rice tarafından caminin üç avlu kapısının girişinde bulunan ve Babil Kralı Nabonid dönemine tarihlenen (M.Ö. V. yüzyıl) biri Ay Tanrısı Sin, diğeri Güneş Tanrısı Şamaş'ı temsil eden (üçüncünün mahiyeti bilinmiyor) üç stele dayanarak İbni Şeddad'ın bu görüşüne itibar etmek mümkündür. İbni Şeddad ayrıca, caminin Nureddin Mahmud b. Zengi tarafından XII. asrın ortalarında restore edilip genişletildiğini ve süslendiğini bildirmektedir. Bu tamirle ilgili olarak, caminin doğu cephesinde yer alan kitabe, İbni Şeddad'ı doğrular mahiyettedir.
H. 114 (m. 732) yılında Halife olan Hişam b. Abdülmelik; el-Cezire, Doğu Anadolu ve Azerbaycan bölgesine vali olarak II. Mervan'ı tayin edince Harran Mervan'ın vilayet merkezi oldu. Mervan daha sonra halife olduğunda (744-750) Harran'ı Emevi Devleti'nin başkenti yaptı ve İbni Şeddad'ın İyaz b. Ganem zamanında inşa edildiğini belirttiği caminin yerine, daha büyük ölçüde bugün kalıntıları mevcut olan Ulu Cami'yi inşa ettirdi. Başta Rice ve Dr. Nurettin Yardımcı olmak üzere birçok araştırmacı Harran Ulu Cami'nin II. Mervan tarafından inşa edildiğini kabul etmektedir.
Başta da belirttiğimiz üzere Anadolu'da inşa edilen ilk anıtsal cami, en büyük cami, ilk revaklı avlulu cami ve en zengin taş süslemeli cami olma ve daha birçok mimari özelliğe sahip olan Harran Ulu Camii'nin Anadolu cami mimarisi içerisinde çok önemli bir yeri vardır. Tüm bu önemli özelliklere rağmen Türkçe sanat tarihi kitaplarında yer verilmeyen bu camiden K.A.C.Creswell (1932), Seton Lloyd-W.C.Brice (1951), Vakıflar Genel Müdürlüğü (1976'da küçük bir sondaj) ve Dr. Nurettin Yardımcı (1983'de başlamış, halen devam ediyor) dışında ilgilenen olmamıştır.
Harran Ulu Camii ile ilgili ilk ciddi araştırma, Creswell tarafından yapılmış ve bu araştırma onun "Early Muslim Architecture" adlı eserinde geniş biçimde yayınlanmıştır.
Cami, Rice'nin yaptığı ölçümlere göre 103x103 m., Dr. Nurettin Yardımcı'nın ölçümlerine göre 104x107 m. boyutlarındadır. Her iki ölçümde de cami harimi ve avlusu birlikte ele alınmıştır. Caminin harim kısmı 104x40 m., avlu kısmı ise 100x65 m. boyutundadır.
Creswell tarafından 1930'larda ilk defa çizilen plan, Dr. Nurettin Yardımcı'nın son yıllarda yaptığı kazılar neticesinde daha da netlik kazanmış ve caminin mihrap duvarı boyunca uzanan dört sahınlı bir plana sahip olduğu anlaşılmıştır. Mihrap önünden başlamak üzere, birinci ve ikinci sahınlar paye ve sütun sıralarıyla üslûp bütünlüğü göstermektedir. Üçüncü sahın sadece payelerle, giriş cephesindeki dördüncü sahın, dikdörtgen payeler önüne konulmuş sütunların oluşturduğu paye-sütun sıralarıyla ayrılmış, böylece caminin ön cephesinde oluşan 19 kemer aralığının her birine, İbni Şeddad'ın sözünü ettiği kapı fonksiyonu verilmiştir. Bu kapılardan sadece en geniş olan orta kapının kemeri, günümüze kadar gelebilmiştir.
Sahınları ayıran paye ve sütunların mihrap önündeki ilk iki sahında üslûp bütünlüğü, diğer iki sahnın her birinde farklılıklar göstermesi, 1950'li yıllarda burada kazılar yapan Rice'nin kafasında bazı sorular doğurmuş ve bu araştırmacı caminin ilk şeklinin iki sahınlı olduğunu, diğer iki sahnın daha geç devirlerde eklendiği fikrini edinmiştir.
Creswell'in caminin doğu cephesini gösteren 1930 tarihli rölövesi dikkatle incelendiğinde, gerçekten de caminin üç aşamada inşa edildiği anlaşılmaktadır. Bu rölevedeki duvar örgü izleri incelendiğinde caminin önce II. Mervan zamanında mihrap duvarına paralel iki sahınlı olarak inşa edildiği daha sonraki bir dönemde buna üçüncü sahnın, daha geç bir dönemde ise dördüncü sahnın ilave edildiği anlaşılmaktadır. Yine Creswell'in rölövesine bakıldığında, ilk iki sahnın çatılarının yüksek tutulduğu görülmektedir. Birinci ve ikinci sahnı ayıran bölümde, Emevi süsleme sanatının özelliklerini yansıtan asma dalı ve üzüm salkımlarıyla süslü sütunlara rastlanılmış olması, bu sahınların Emevi devrinde inşa edilmiş olabileceği fikrini güçlendirmektedir. Asma dalı süslemeli bu sütunlar Urfa Müzesi'nde teşhir edilmektedir.
Dördüncü sahın, doğu cephedeki kitabede geçen ve İbni Şeddad'ın da sözünü ettiği h. 570 (m. 1174) tarihinde Nureddin Mahmut b. Zengi tarafından ilave edilmiş olmalıdır. Bu sahnın yıkıntıları arasında yer alan insitu durumundaki kemerler ve sütun başlıklarındaki zengin süslemelerin XII. yüzyıl Türk süsleme sanatı özelliklerini yansıtması, bu görüşü doğrulamaktadır. Camide gerek Emevi devrinden kalma ve gerekse XII. yüzyıldan kalma taş süslemeler Türk-İslâm taş süsleme sanatının şaheser örnekleri arasındadır.
Caminin mihrabı orta eksenden batıya kaymış durumdadır. Harran Ulu Camii'nde en ilgi çeken hususlardan biri, kıble duvarı arkasındaki sokaktan mihraba inen merdivenli yol ve bu yol ile bağlantılı içiçe geçen iki küçük odadır. Creswell, Lloyd ve Brice'ın görmediği, Dr. Nurettin Yardımcı'nın kazılarında ortaya çıkartılan bu merdiven ve odalar, Anadolu camilerinde tek örnek olması açısından önem taşımaktadır. İmamın bu kısa yoldan mihraba inerek namaz kıldırdığı ve mihrap üzerindeki iki küçük odayı elbise değiştirme amacıyla kullandığı tahmin edilmektedir. Sokaktan gelen bu kısa yolun cami planına dahil edilmesinin diğer önemli bir nedeni de, Sultanı'ın kısa ve emniyetli bir yoldan camiye inmesini sağlamak olmalıdır. Ayrıca mihrap üzerindeki küçük odanın mimber olarak kullanılma ihtimalini de gözardı etmemek gerekir.
Cami harimine giriş, İbni Şeddad'ın belirttiği avlu cephesindeki 19 kapıdan, güneydeki sokaktan mihraba inen merdivenli kapıdan, doğu duvardaki küçük kapıdan ve yine Dr. Nurettin Yardımcı'nın kazılarda ortaya çıkardığı güney batı köşedeki "görkemli kapı"dan olmaktadır. Bu kapıdan harime giriş, kuzeye doğru inen ve camiye yarım dönüş yapan 15 basamaklı merdivenle olmaktadır. Bu merdivenin yapımında, sütun kaideleri ve antik bazalt taşlar devşirme olarak kullanılmıştır.
Harran Ulu Camiinin örtü sisteminin nasıl olduğu sorusuna İbni Şeddad: "Cami, 15 adım uzunluğunda ağaç direklerle ve kemerlerle tavanlanmıştır" cümlesiyle açıklık getirmektedir. Dr. Nurettin Yardımcı'nın kazılarında, kubbe ya da tonoz örtüsünde kullanılan taş-tuğla malzemeye rastlanılmayışına karşılık, yanmış vaziyette süslemeli ağaç elemanlara rastlanılmış olması İbni Şeddad'ı doğrulamaktadır.
Yaklaşık 100x65 m. boyutlarındaki revaklı avlunun ortasında kesme taşlardan içe doğru basamaklı olarak yapılmış, fıskiyesi zarif işçilikli bir havuz (şadırvan) yer almaktadır. Şadırvana su getiren kanallar ile tahliye kanalları günümüze kadar gelmiştir. Avlunun kuzey batı tarafında, geniş ve derin bir kuyu bulunmaktadır.
Avluya giriş; doğu, batı ve kuzey cephelerindeki kapılardan olmaktadır. Bu kapılardan at nalı kemerli ve Nureddin Mahmud'un h. 570 (m. 1174) tarihli onarımı ile ilgili kitabeli doğu kapısı sağlam olarak günümüze ulaşmıştır. Diğer iki kapının sadece basamakları günümüze ulaşmıştır. Avlunun doğu ve kuzey duvarı dışında yeralan ve Vakıflar Genel Müdürlüğünün 1976 yılı kazılarında; ortaya çıkartılan tuğla duvarlı küçük hücrelerin, medresenin öğrenci odaları olduğu tahmin edilmektedir.
Avlunun kuzey duvarının doğu kesiminde minare yer almaktadır. Dr. Nurettin Yardımcı'nın ölçümlerine göre 5.20x5.20 m. boyutundaki kare gövdeli minarenin yüksekliği 33.30 m.dir. Bunun 22 m.'lik kısmı düzgün kesme taşlardan, geri kalan kısmı tuğladan inşa edilmiştir. Tuğlalı kısmın h. 508 (m. 1114) ve h. 522 (m. 1128) depremlerinden sonra inşa edilmiş olabileceği tahmin edilmektedir. Minarenin ahşap merdivenleri günümüze ulaşmamıştır. Merdivenler; Dr. Yardımcı'nın restorasyon çalışmaları sırasında, orijinaline uygun bir biçimde ve çok güzel bir şekilde yeniden yapılmıştır.
Üst kısmı yıkılmış olan minarenin şerefesinin ne şekil olduğu konusunda bilgi bulunmamaktadır.
Şeyh Yahya Hayat El-Harrani (Hayat B. Kays-Hayat B. Abdülaziz) Türbesi ve Camii
Şeyh Yahya Hayat el-Harrânî, XII. yüzyılda Harran'da yaşamış ve 1185 tarihinde burada vefat etmiş büyük bir İslâm alimi ve mutasavvufudur. 1184 yılında Şeyhin sağlığına yetişen ve O'nu ziyaret eden İbni Cübeyr bizlere şu bilgileri vermektedir. "Allah bu şehri (Harran) dindar, iyi kişilerin oturduğu, kendini Allah'a adamış seyyahların uğradığı bir yer yapmış. Bu kişilerden Ebü'l Berakat Hayat b. Abdülaziz'i kendi adını taşıyan mescidin kıblesine inşa ettiği zaviyede ziyaret ettik. Bu zaviyenin yanında oğlu Omar'ın zaviyesi de bulunur. Babasının yolunu tutmuştu. Onda zahitlerde gördüğümüz halleri gördüm. Şeyh Ebü'l Berakat'ın yanına vardık. Seksen yaşını aşmıştı. Bizimle el sıkıştı, bize hayırlı dualarda bulunup oğlu Ömer'i görmemizi tavsiye etti. Onun yanına vardık." İbn Cübeyr'in verdiği bu bilgilerden, şeyhin vefatından önce burada kendisine ait bir mescid ve zaviyenin bulunduğu anlaşılmaktadır.
XVII. yüzyılın ortalarında Harran'ı ziyaret eden Evliya Çelebi, Şeyh Hayat'ın türbesinden şu şekilde bahsetmektedir. "Şeyh Yahya (Hayat) ziyaret yeri Harran dibindedir. Kutupluğa ayak basmış ulu sultandır. Harran Kalesi'nin yanında çöl tarafında büyük bir kubbe içinde medfundur. Çöl Arapları bu sultana son derece bağlıdırlar. Hatta Araplar arasında mühim bir mesele için yemin ettirmek icap etse ta Basra, Lahsa, Umman, Cezayir, Kurna'dan gelip bu sultanın üzerine "Yahya Hayati'nin başı için" deyip duvara el sürse Allah'a yemin etmiş gibi sayarlar. Bu sultana Yahya Hayati demelerinin aslı, bir seccade üzerinde tahiyatta ve hayatta oturur gibi oturduğundandır."
Şeyh Hayat'ın türbesi ve bunu güneyine bitişik olan camisi, Harran şehir surlarının kuzey batı dışarısındaki mezarlık alanındadır. Türbe ve caminin günümüze kadar önemli değişiklikler geçirdiği duvar ve payelerdeki izlerden anlaşılmaktadır.
Dört paye ve kemerler üzerine oturmuş tromplu bir kubbenin örttüğü türbede Şeyh Hayat'ın sandukası bulunmaktadır. Türbenin doğu tarafında, giriş kısmı olarak kullanılan kubbeli ikinci bir mekân inşa edilmiştir. Rice, sandukanın bulunduğu kubbeli mekânın Eyyûbiler devrinde yapıldığını söylemektedir.
Türbe ve girişinin güney tarafına bitişik olarak ikişerli sıra halinde, dört kubbenin örttüğü cami bulunmaktadır. Kubbeler, yanlarda duvar payelerine, ortada bağımsız bir payeye oturur. Orta eksenden batıya kaymış durumdaki mihrabın sonradan yapılmış olması, duvar ve payelerdeki bazı mimari izler bu caminin esasının İbni Cübeyr'in sözünü ettiği mescit ve zaviye olduğunu, sonradan önemli değişiklikler geçirerek bugünkü şekli aldığını göstermektedir.
Camiye giriş, doğu cephedeki taç kapıdan olmaktadır. Kapı üzerindeki kitabede; bu meşhed'in (türbe) Hayat İbni Kays'ın (İbni Cübeyr, İbni Abdülaziz diyor) oğlu Ömer'in emri ve kız kardeşine oğlunun eliyle h. 592 (m. 1195) tarihinde yaptırdığı yazılıdır. Tabakat el-Kübra'da Şeyh'in vefat tarihi olarak h. 581 (m. 1185) verilmiştir. Buradan, türbenin şeyhin vefatından 10 yıl sonra inşa edildiği ortaya çıkmaktadır.
Cami ile türbeyi ayıran duvarın camiye bakan tarafında iki tamir kitabesi bulunmaktadır. Bunlardan solda olanında Şeyh Hayat İbni Kays'ın adı ve ebced hesabi ile h. 882 (m. 1399) tarihi kayıtlıdır. Sağdaki iki satırlık kitabede ise, bu cami ve makamın h. 1168 (m.1755) tarihinde tamir edildiği yazılıdır.
Caminin güney doğusuna bitişik olarak, doğu-batı istikametinde, dört kubbeli kuzeye açık bir revak eklenmiştir. Cephesindeki kitabeden bu revakın h. 1275 (m. 1858) tarihinde yapıldığı anlaşılmaktadır.
Caminin doğuya bakan taş kapısının üzerinde, dört sütuna oturan taş kubbeli minber minare bulunmaktadır.
Cami ve türbe 1999-2001 yıllarında Vakıflar Genel Müdürlüğü'nce restore edilmiştir.
Harran'ın Tarihi Mezarlığı
Harran'da biri surların batı dışarısında Şeyh Hayat'ın türbesinin bulunduğu yerde, diğeri surların doğu dışarısında olmak üzere iki mezarlık bulunmaktadır. Bunlardan Şeyh Hayat'ın türbesinin bulunduğu mezarlıkta süslemeli şahideler dikkat çekmektedir. Harran'ın tarihteki esas İslâm mezarlığı surların doğu dışarısında yer almaktadır. Ancak, bu mezarlık tamamen kaybolmuş, sanat değeri olan, süslemeli ve kitabeli şahideler toprak altında kalmıştır. Son yıllarda bu bölgede yapılan ev inşaatlarının temel kazılarında, bu mezar taşlarına sıkça rastlanılmaktadır. Prof. Dr. Ramazan Şeşen "Harran Tarihi" (1993) adlı eserinde, Yakut'un "ayakta duran adamlar gibi uzun mezar taşlı" mezarlıklardan bahsettiğini belirtmektedir. Yakut'un sözünü ettiği bu mezarlık, surların doğu dışarısında toprak altında kalan ve üzerine evler yapılan mezarlık olmalıdır.
Geleneksel Harran Evleri
Harran'ın en çok ilgi çeken yanı, bindirme tekniğinde yapılmış, külah biçimindeki konik kubbeli evleridir.
Kubbeli evler tarihinin, düz damlı evler kadar eski olduğu bilinmektedir. Musul yakınında Arpachiyan'da, Tiflis yakınındaki Schulaveri'de ve Kıbrıs'ta yapılan kazılarda rastlanılan kubbeli ev bulguları M.Ö. VI. bine tarihlenmektedir. Bu gelenek Mezopotamya, Transkafkasya ve Ege'de M.Ö. III. bine kadar yoğun bir biçimde devam etmiştir.
Günümüzde Akdeniz çevresinde, bilhassa güney İtalya'nın Apulya bölgesinde hem kentsel hem de kırsal alanda, Harran evlerine benzeyen ve "Trullo" denilen bindirme kubbeli çok sayıda yapı bulunmaktadır. Ancak Apulya yapıları, 80-200 cm. arasında değişen duvar kalınlıkları ve çift çubuklu kubbeleri ile Harran'daki benzerlerinden daha sağlam bir durumdadır. Çoğu XIX. yüzyıldan kalmış olan bu evlerin arasında XV. yüzyıla tarihlenenler de vardır. Ayrıca, bu yüzyılın başında yapılmış olanlarına da rastlanmaktadır.
İskoçya adalarında "beehive houses" adı verilen bu tür yapıların XVIII. yüzyılda canlı bir gelenek oluşturduğu bilinmektedir. İspanya'nın Aragonya bölgesinde, İran, Afganistan, Çin, Bolivya ve Peru'da kerpiçten, Etna eteklerinde lavlardan yapılma kubbeli evler vardır.
İçinde bulunduğunuz yüzyılın başında yapılan bir araştırmada, Anadolu'da kubbeli evlerin yoğun olduğu iki bölge tespit edilmiştir. Urfa-Birecik arasındaki birinci bölgede, bugün yalnız Suruç ve çevresinde bulunan birkaç köy kubbeli evleri içermektedir. İkinci bölge olan Urfa-Akçakale arasında ise, Harran ve çevresindeki birkaç köyde kubbeli evler bulunmaktadır. Ancak, kerpiç kubbe ile örtülmüş bu evlerden farklı olarak Harran evleri tuğla kubbelerle örtülmüştür.
Harran evlerinin tuğla kubbe ile örtülmesinin en önemli iki nedeninden birincisi, bölgenin çöl olması münasebetiyle örtüde kullanılacak ağaç malzemenin bulunmayışıdır. İkinci neden ise, Harran harabelerinde bol miktarda bulunan tuğla malzemedir. İlginç bir doku oluşturan bu evler, ören yerinden toplanan tuğlalarla eski kentin kalıntıları üzerine son 150-200 yıl içersinde inşa edilmişlerdir.
1979 yılında arkeolojik ve kentsel sit alanı olarak tescil edilen ve kubbe evleri korumaya alınan Harran'da, ören yerinden malzeme toplanması, her çeşit inşaat yapılması, kanal açılması yasaklanmıştır. O tarihlerde 960 adet kubbe sayılan Harran'da bu sayı dondurulmuştur.
Harran evleri, kare ya da kareye yakın prizmatik bir alt yapı üzerine bindirme tekniğinde örülen tuğlaların gittikçe daralan konik bir külah şeklini almasından oluşan kubbelerle örtülmüştür. Kubbelere geçiş basit tromplar ve pandantiflerle (bingi) olmaktadır. Yüksekliği içerden en çok 5 m.'ye varan kubbeler, 30-40 tuğla dizisi ile örülmüştür. İkili, üçlü ve altılıya kadar varan kubbe grupları, içerden kemerlerle birbirlerine bağlanarak geniş mekânlar elde edilmiştir. Kubbeler örülürken yanlara belli aralıklarla tuğla çıkıntılar yerleştirilmiş ve kubbenin tepesi açık bırakılmıştır. Tuğla çıkıntılar kubbenin tamiri ve gerektiğinde yağışlı-soğuk havalarda tepedeki deliğin kısmen veya tamamen kapatılabilmesi için tırmanmaya yaramaktadır. Kubbenin tepesindeki açıklık, içerideki dumanın dışarı çıkmasını sağlayan baca ve ışıklık fonksiyonu görmektedir.
Örgüleri düzensiz bir şekilde balçık harçla bağlanan kubbe ve duvarlar, içerden ve dışarıdan yine bu harçla sıvanmıştır.
Bölge iklimine uyumlu, yazın serin, kışın sıcak olan kubbeli Harran evlerinde, tavukların daha çok yumurtladığı, at gibi bazı hayvanların daha uysal olduğu, kuru soğanların çabuk filizlendiği köylüler tarafından söylenmektedir.
Bu evlerden bir örnek 1999 yılında Harran Kaymakamı İbrahim Halil Akşit'in gayretleriyle restore edilerek "Kültür Evi" fonksiyonuna kavuşturulmuş ve turizmin hizmetine sunulmuştur.
Ayrıca Kültür Bakanlığı, restore etmek ve kültürel fonksiyon vermek üzere bu evlerden 4 adedini satın almıştır.
Hilvan
1820 li yıllarda Hacı Musa diğer adı kabile olarak Seymenler isminde bir Türkmen aşireti reisi, aşireti ile birlikte Uluyazı (Hoşin) köyünden göç ederek harabe halinde bulunan Karacürün'e (Hilvan) yerleşmiştir. Karşılıklı iskan yasası neticesinde yöremizden Türkler haymanaya oradanda Kürtler bu yöreye iskan edilmişlerdir. Bu aşiret zamanında köy meydanında bulunan Karadibek taşından dolayı bu anlama gelen Karacürün (Curnereş) ismi verilmiştir. Daha sonra çevreden gelen başka aşiretlerin birbirleriyle kaynaşmasıyla büyümüştür.
Karacürün, Siverek ilçesine bağlı olan Uluyazı nahiyesine bağlanmıştır. Karacürün'ün konumu itibarıyla Uluyazı nahiyesine göre daha çok gelişmesi, nahiye ve köylerin buraya bağlanmasına sebep olmuştur. 1926 yılında Şanlıurfa iline ilçe merkezi olarak bağlanarak Hilvan adını almıştır. Hilvan ismini, Gölcük yoluna 5 km mesafede halen Hilvan olarak anılan, ancak yeni ismiyle Balkı olarak bilinen köyden almaktadır. Balkı (Hilvan) köyünde çok eski medeniyetlere dayanan birçok tarihi kalıntı ve harabeler mevcuttur.
Hilvan ilçe nüfusu 2016 yılı verilerine göre 44 bin 562 İlçe merkezi toplam 5 mahalleden oluşmaktadır. Hilvan'a bağlı 2 bucak merkezi ile 62 köy ve 81 mezra bulunmaktadır. Diyarbakır-Şanlıurfa duble karayolu üzerinde olan Hilvan, Şanlıurfa'ya 56 uzaklıktadır.
Hilvan'da sulama suyu sağlandıktan sonra pamuk üretimi önemli derecede artmıştır. Hayvancılık ilçe halkının bir diğer geçim kaynağı olup, dağlık ve engebeli kesimde sığır, koyun ve keçi yetiştirilir. Yağ, peynir, yün, deri, süt ve et üretilmektedir.
İlçede sanayi kuruluşu olarak Toprak Mahsulleri Ofisinin siloları, yem fabrikası ve mercimek paketleme fabrikası bulunmaktadır. Hilvan, Şanlıurfa ilinin en çok yağış alan ilçesidir. İlçede metrekareye düşen yıllık ortalama yağış miktarı 771.8 kg 'dır. Yıllık ısı ortalaması 18.2 derecedir. Hilvan 'ın deniz seviyesinden yüksekliği 600 m dir. Osmanlı döneminde 1820 yılında yöredeki göçebe aşiretlerin yerleşmesiyle "Karacurun" adıyla kurulan köy sonraki yıllarda başka aşiretlerin de gelmesiyle gelişmiş ve 1926 yılında 877 Sayılı Kanunla Şanlıurfa'ya bağlanarak "HİLVAN" adını almış ve İlçe merkezi olmuştur.
Arapça asıllı bir kelime olan Hilvan'ın sözlük anlamı 'Bağış' olup Meyveleriyle ünlü belde anlamına da gelmektedir. Hilvan'ın bazı köylerinde höyüklere rastlanılmaktadır. Bu höyüklerin arasının ova şeklinde olması nedeniyle çevre emniyetinin sağlanması amacıyla gözetleme yeri olarak yapılmıştır.
Karaköprü İlçesi
Tarihi ve Bugünü..
Mezopotamya'nın en eski yerleşim merkezlerinden biri olan Urfa, su kaynaklarının yakın olması ve ticaret yollarının üzerinde bulunmasından dolayı tarih boyunca stratejik bir bölge olmuştur. Bölge M.Ö. 9. bin'li yıllara uzanan bu süreçte; Ebla, Akkad, Sümer, Babil, Hitit, Huri-Mitanni, Arami, Asur, Pers, Makedonya, Roma, Bizans ve İslam dönemi ile Türk çağını yaşamıştır.
Bu bölgede Karaköprü'nün önemli bir yeri vardır. Karaköprü'nün sınırları içinde yer alan dağlardaki mağaralardaki bazı kabartmalar beldenin tarihi aydınlatacak mahiyette olabilir. Özellikle yol güzergâhında bulunması, su ve tabiat şartları açısından Urfa'nın diğer merkezlerine göre daha ılıman olması nedeniyle tarih boyunca mesire yeri olarak kullanıldığını görmekteyiz.
Pagnon ve Segal'ın Urfa ve Karaköprü'deki resmi bir şöleni simgeleyen taş kabartmadan Karaköprü'nün bu özelliği vurgulanmaya çalışılmaktadır. 4. Murat 1651 yılında Bağdat seferine giderken Karaköprü de konaklamıştır.
Karaköprü'yü Şazeli şeyhi Ali Dede' ye vakfetmiştir. Karaköprü isminin menşei hakkında kesin değerlendirmeler olmamasına rağmen ilçenin ismi burada var olan köprüye bağlanmaktadır. Karaköprü' nün 1518-1566 Ruha Sancağına bağlı köylerden olduğunu arşiv belgelerinden anlamaktayız.
Karaköprü ilçesi, Şanlıurfa şehir merkezinin kuzeyinde, il merkezine komşu olan bir ilçemizdir. Daha önce Şanlıurfa merkeze bağlı bir köy olan Karaköprü Köyü, 7 Haziran 1992 tarihinde belde, 6360 Sayılı On Üç İlde Büyükşehir Belediyesi Ve Yirmialtı İlçe Kurulması İle Bazı Kanun Ve Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun 06 Aralık 2012 tarihli ve 28489 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak ilçe statüsüne kavuşmuştur.
Nar bahçeleri, mesire alanları ve yerleşime açılan planlı kentleşmesiyle gelişime açık bir ilçe olan Karaköprü, nüfusu hızla artan bir yerleşim yeridir.
SİVEREK İLÇESİ
Siverek, sönmüş, bir yanardağ olan Karacadağ'ın batısında, Fırat'a doğru uzanan bölgede, Diyarbakır-Şanlıurfa-Adıyaman arasındaki üçgende kurulmuş bir şehirdir.
Tarihi, Sümer ve Asurlulara kadar uzanan şehir, Asurlular döneminde yığma bir tepe üzerine inşa edilen kale etrafında kurulmuştur. Şehire hükmedenler tarafından zaman zaman onarılan kalenin son olarak Bizans İmparatoru II. Costantin tarafından Diyarbakır'a gelecek saldırıları önlemek ve çevredeki önemli yolları kontrol altına almak amacıyla yeniden tamir ettirilmiştir. Tarihte pek çok medeniyetlere beşiklik eden ve değişik milletlerin hâkimiyetine giren Siverek, Milattan sonra Araplar, İranlılar, Bizanslılar, Selçuklular ve Osmanlı İdarelerinde çok mamur günler geçirdiği gibi, çeşitli savaşlarda tahrip edilip yıkık bir köy halini aldığı zamanlar da olmuştur. Diyarbakır'ın fethinden önce Halid b.Velid tarafından eyalet merkezi olmuş, daha sonra Bizanslıların idaresinde Batlamyus'un rivayetine göre Kontopolis'lik yapmıştır. Selçukluların Anadolu'ya girmesiyle, Melik şahın komutanlarından Bozan Bey tarafından (1097) Urfa Kontluğuna, daha sonra Musul Atabeyi Nureddin Zengi idaresine geçmiştir. 1400'lerde Timur'un tahribatından nasibini alan Siverek sırasıyla Mısırlıların (1426), Akkoyunluların (1435), bilahare İranlıların eline (1451) geçmiştir. Yavuz Sultan Selim'in Ridaniye Savaşı dönüşünde (1517) Osmanlı idaresine geçen şehir, İranlılar tarafından tekrar zapt edilmişse de, bu uzun sürmemiş, 1535 yılında Kanuni Sultan Süleyman tarafından tekrar Osmanlıların idaresine geçmiş ve Harput eyaletine bağlı bir kaza merkezi yapılmıştır. Osmanlı idarecileri tarafından zamanla şehire camiler, hanlar, medreseler, hamamlar ve çarşılar yapılıp kalesi tamir edilerek, 1908 yılında mutasarrıflık yapılarak Çermik, Hilvan (Karacurun), Viranşehir Siverek'e bağlandı.
Milli mücadelede ve Urfa'nın kurtuluşunda çok büyük kahramanlıklar gösteren Siverek 1923'te vilayet merkezi yapıldı. Ancak Sivereklilerin bu mutlu sevinçleri fazla uzun sürmedi. Siverek vilayetinin 1926 yılında ilçe yapılmıştır.
İşte Siverek'in Cumhuriyet devri macerasının başlangıcı... 1926'dan 1996'ya kadar tam 70 yıl... Evet, tam 70 yıl... Bu uzun yıllar içinde Siverek geniş arazisi, verimli toprakları, mücadeleci ve çalışkan insanları ile pek çok il merkezini sosyal ve kültürel açıdan geride bırakarak, günümüze il olma mücadelesinin adeta sembolleşen şehri olarak Türkiye gündemine yerleşmiştir.
SİVEREK'İN İSMİ
Geçmişi milattan öncesine dayanan, Sümer, Akad, Asur, Eti, Mitani, Bizans, Arap, Selçuklular ve Osmanlılardan günümüze kadar çok değişik kavim ve milletlere beşiklik eden Siverek şehrinin tarihi kadar ismi de değişmiştir. Çeşitli merhalelerden geçerek bu günkü halinde karar kılmıştır SİVEREK ismi bu günkü şeklini alıncaya kadar değişik şekillerde söylenmiş ve Sümer, Hitit, Asur, Mittani, Bizans ve Arapların bu şehre verdikleri isimlerin sanki bir özeti olarak ortaya çıkmıştır. İşte tespit edebildiklerimizden bazıları; KİNABA, SURK, SEVAVORAH, SEVAVARAK, SEVAVEREK, SEBABEREK, SİBABARKA, SIKLIS, SÜVEYDA, SERREK ve SENN... Sanki tarih içinde kullanılan bu İSİMLER macun yapılarak bunlardan "SİVEREK" çıkmıştır. Siverek isminin bu şeklini alması bile, onun tarihin çok eski devirlerine kök saldığını göstermektedir. Yaptığımız araştırmada Siverek adının kaynağı ve manası şu şekilde ortaya çıkmıştır;
SEVAVEREK: Bizans ve Ermeni kaynaklarında Siverek için kullanılan bu ismin kelime manası "SEAV":siyah " AVEREK":harabeler yani siyah harabeler anlamına gelmektedir.
SURK: Kırmızı toprak anlamına gelen bu ismi Sasaniler vermişlerdir.
SERREK: Farsçada bir şeyin başı veya baş damarı anlamındaki bu ismi İranlılar vermişlerdir.
SENN: Diyarbakır’ı ele geçiren Bekir b. Vail kabilesi, bölgenin tamamına hâkim olmak istediğinde Siverek kalesi önlerinde bir engel olarak kalmıştı SENN ise Arapçada Diş ya da engel anlamına gelmektedir. Diyarı- bekire bu ismin verilmesi Bekir bin Vail kabilesinin namına nispetle olmuştur.
SÜVEYDA: Arap ve Bizans kaynaklarında, Arapların Siverek için "es_Süveyda " ismini kullandıkları anlaşılmaktadır. Süveyda siyah manasında kullanıldığı gibi, daha çok kalpteki siyah nokta, yani kendisine âşık olunan, sevilen, sevda manasına da gelmektedir. Ermeni ve Süryani kaynaklarındaki manası ( siyah harabeler) kalpteki siyah nokta ile günümüze kadar gelen siyah taşlar birbirine uygunluk arz etmektedir. Bu gün bile Siverek'in siyah taşları meşhurdur.
Çeşitli kaynaklardan öğrendiğimize göre Siverek hâkimiyetine girdiği kavimlerin dilinde birbirine yakın isimlerle anılmıştır. Bunlardan:
Sümer, Hitit, Akatlar ; Sevavorah,
Asurî ve Sonrakiler; Sevaverek,
Bizanslılar; Sevaverek
İranlılar; Surk ve Serrek,
Araplarda ise Senn ve Süveyda ile isimlendirilmiştir. Yine bazı kaynaklarda ve halk arasında "KANKALESİ" ya da "KİNABA" diye adlandırıldığı da bildirilmektedir. Bu gün bile halk arasında bu isimlerden bir kısmı (Surk, Kankalesi) kullanılmaktadır.
İnsanın, sanki tarihte bu beldeye verilen isimler bir kaba konup karıştırılmış ve içinden "SÜVEREK", "SEVEREK" ve bu günkü "SİVEREK" çıkmıştır diyesi geliyor.
ŞEHRİN KURULUŞU
Mazisi milattan önce 5000'li yıllara kadar uzanan Siverek'in ne zaman ve kimler tarafından kurulduğu kesin bilinmemekle beraber Sümer, Asurlar, Medler, Eti, Kamuk, Hurri ve Mitanilerin burada değişik zamanlarda hüküm sürdükleri hem eski tarih kaynaklarında, hem de son zamanlarda yapılan tarihi kazılardaki buluntular sayesinde anlaşılmaktadır. Şehrin etrafında kurulduğu kale ilk defa Asurlular tarafından yapılmıştır. Daha sonra Bizanslıların eline geçen Siverek kalesi Diyarbakır'ın dış saldırılara karşı korunması ve ordu konaklama yeri olarak kullanılmıştır.
Yığma bir tepe üzerine inşa edilen ve tarih içinde pek çok medeniyete sahne olan Siverek, bu zaman içinde bazen imar edildi, bazen de karşı tarafın saldırılarına uğrayarak tahrip edilip köy halini aldı. Kısaca Siverek ümranı da, hüsranı da yaşamış pek çok med-ceziri görmüş, ama bu dalgalarda erimeyerek günümüze kadar gelebilmiş bir beldedir.
YÖNETİM SAFHALARI
Dicle ile Fırat arasındaki bölgede yer alan ve tarihi Milattan çok önceye dayanan Siverek’te değişik kavimler hüküm sürmüşlerdir.
SÜMERLER: M.Ö.3500-2800 Yıllarında Siverek'te, Hassek Höyük'te ve bölgede hüküm sürmüşlerdir.
AKADLAR: M.Ö.2800-2500 Yıllarında Sümerlerin yenilgisinden sonra bölgede hüküm sürmüşlerdir.
BABİLLER: M.Ö.2500'lerde Sümerlerin bölgeden çekilmesinden sonra hüküm sürmüşlerdir.
HİTİTLER: M.Ö.1600 Yıllarında Mitanni'lerin egemenliğine son veren Hititler Mezopotamya’nın kuzeyinde ve Siverek civarında hüküm sürmüşlerdir. Siverek'e bağlı Taşlı köyünde 1939 yılında Hititlere ait bir heykel bulunmuştur. Araştırmacılar ve arkeologlar bu heykelin Hitit ilahı olan Kinaba'ya ait olduğunu iddia ediyorlar. Ayrıca kalenin güneyinde bulunan Yeraltı hamamındaki aslanlı kurna ile duvardaki aslan başı kabartması Hitit kültürünün özelliklerini taşımaktadır. Hititler döneminde Kinaba ( Siverek ) önemli bir idare merkezi olmuştur.
ASURLULAR: M.Ö.11.ve 10.yüzyıllar bölgede Asurluların Arap kökenli Aramileri bozguna uğrattıkları ve Diyarbakır bölgesinde, Diyarbakır dâhil Kuzey Mezopotamya’da hüküm sürdükleri ve Siverek'i Asur eyaleti haline getirdikleri yıllardır. Asurluların hâkimiyeti M.Ö. 600 yıllarına kadar sürmüştür. Bu dönemde Siverek savaşlarda yakılıp yıkılmıştır. Bir köy halini alan Siverek daha sonra Perslerin bölgeye gelmesiyle tekrar canlanmaya başladı. Perslerin hâkimiyeti Makedonyalı Büyük İskender’in bölgeye girmesiyle son bulmuştur. Büyük İskender’in ölümüyle Makedonyalıların bölgedeki hâkimiyeti son bulmuş ve bölge M.S. ilk yıllarda Romalıların eline geçmiştir. M.S. 240 Yıllarında Sasaniler Romalıların elinde bulunan bölgeye Kral Ardeşir komutanlığında sahip oldu. Ancak Romalılar bölgeyi Sasanilerden tekrar geri aldılar.
BİZANSLILAR: Romalıların elinde bulunan Siverek, Doğu Roma İmparatorluğunun Bizans İmparatorluğu adını almasıyla uzun süre bu devletin egemenliğinde kaldı M.S.540 yıllarında tekrar Sasanilerin eline geçmiştir. Sasaniler hükümdar Nuşirevani Adil ile II. Hüsrev zamanlarında bölgeye hâkim olmuşlarsa da Bizanslılar bölgeye tekrar egemen olmuşlardır.
MÜSLÜMANLAR: Bölgeye girişleri ilk defa Hz. Ömer’in Hilafeti döneminde olmuştur Ebu Ubeyd Bin Ğanem Komutanlığındaki İslam ordusu 637-639 yılları arasında Diyarbekir ve Siverek'i almışlardır. Başka bir Rivayette de Diyarbakır'ın fethi sırasında Halid b. Velid'in bölgeye geldiği, Diyarbakır ve Siverek'in onun tarafından alındığı bildirilmektedir. Daha sonra Emevi ve Abbasi dönemlerinde de İslam hâkimiyeti altında kalan Siverek'te kısa aralıklarla yönetim değişiklikleri olmuştur.
Haçlı seferleri sırasında tekrar Bizanslıların eline geçen (1069) Siverek, Malazgirt Savaşından sonra Melik Şah döneminde Bozan Bey tarafından fetih edilerek, tekrar İslam hâkimiyetine girmiştir. Ancak haçlı seferleri sırasında (1097) Urfa Kontluğuna bağlanan Siverek, 1200 yılında Musul Atabeyi Nureddin Zengi tarafından fetih edilmiştir. 1256 yılında Moğollardan Hulagu'nun ve daha sonra (1400) Timur’un istilalarına uğramıştır. Bundan sonra sırasıyla Mısır Memluklularının, 1435 yılında Akkoyonluların, 1508 de ise Safevilerin eline geçti.
OSMANLILAR: Siverek ilk defa 1517 yılında Osmanlıların eline geçti. Yavuz Sultan Selim Mercidabık Savaşı sırasında Siverek'i Osmanlı topraklarına katmıştır. Ancak Safeviler 1522 yılında Siverek'e bir daha girdiler.1535 yılında Irakeyn seferine çıkan Kanuni Sultan Süleyman hastalanınca Karacadağ'da konaklamış ve oradaki suyla şifa bulmuştur. İşte bu sırada Siverek Osmanlı hâkimiyetine girmiştir. Bu dönemde pek çok imar faaliyetine sahne olan Siverek'te camiler, hanlar, hamamlar, çeşmeler ve çarşılar yapılarak Siverek kalesi de yeniden tamir edilmiştir.1908'de Viranşehir, Çermik ve Karacurun (Hilvan) kendisine bağlanarak mutasarrıflık yapılmıştır.
CUMHURİYET DÖNEMİNDE SİVEREK
Yukarıda görüldüğü gibi birçok kavimlere beşiklik eden, saadeti de şekavedi de gören, eyalet merkezliğinden köye, köyden mutasarrıflığa inip çıkan ve tarihin dalgalarına karşı direnerek ayakta durmayı başaran Siverek, Osmanlı devletinin yıkılışının ardından Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasıyla yeni bir döneme girmiştir.
Daha önceki dönemlerinde Başkentlik, Eyalet, Sancaklık, mutasarrıflık ve vilayetlik gibi aşamalar geçiren Siverek, Cumhuriyet dönemine Diyarbakır vilayetine bağlı sancak olarak girmektedir.
Milli Mücadelede göstermiş olduğu büyük kahramanlıklardan ve bağlılıktan dolayı 1923 yılında Viranşehir ve Çermik ilçeleri de kendisine bağlanarak vilayetlikle mükâfatlandırılmıştır. 1926 yılına kadar vilayet kalan Siverek, kurtuluş savaşının vermiş olduğu ağır harabiyete rağmen sosyal, kültürel, eğitim ve ekonomik açıdan şehir olma vasfını koruyordu. Siverek tam kalkınma ve gelişme devresine gireceği sırada, aşiretler arasındaki çekişmeler ve yerel yöneticilerin de isteğiyle 1926 yılında ilçe yapılarak Urfa'ya bağlanmıştır. İlçe yapılmasıyla beraber adeta gelişmesine set çekilmiştir. Bu dönemden itibaren birçok alanlarda gerileme başlamıştır. 4314 Km2 yüzölçümüne sahip olan Siverek, 2 veya 3 (Tunceli, Aksaray,)il merkezi hariç tüm, illerin ilçe merkezi yüz ölçümlerinden büyüktür ve her yönüyle gelişmeye müsaittir. Siverek'te belediye Cumhuriyet'ten önce kurulmuştur. İlçe olmadan önceki Siverek'in gelişmişliğini anlamak için aşağıdaki bilgileri okumak yeterlidir. 1893 Osmanlı nüfus sayımlarında Siverek'in merkez nüfusu 30.713 tür l905 Diyarbakır vilayet salnamesinde 35,000.Aynı salnamede bir hükümet konağı, iki cami, üç mescit, bir kilise, iki medrese(Lise sonrası okul) bir İdadiye (Lise), bir Rüştiye (Orta okul), üç iptidaiye (İlk okul), altı sübyan mektebi (ana okulu),dört azınlık okulu (Gayrı Müslim okulları), dört han, iki hamam, bir çarşı, ve beş çeşme olduğu yazılmaktadır.
İlçe olduktan sonra, eğitim yuvalarının çoğu kapanmıştır. Uzun yıllar sadece bir kaç ilkokul ile eğitime devam etmiştir. Bunun dışında diğer konularda da Siverek gerilemeye devam etmiştir. Belediyece bazı çalışmalar yapıldıysa da bunun yeterli olduğu söylenemez. l945 yıllarına kadar gün be gün gerileyen Siverek’te, aydın insanlar ve basının büyük çaba ve mücadeleleri neticesinde 1946 yılında Siverek ortaokulu açılmıştır,l947 yılında ilk defa, 1970 yılında ise ikinci şehir planı çalışmaları yapılmıştır,l950 de içme suyu l953 de ise elektrik şebekesi yapılmıştır.
Siverek belediyesi kendi imkânlarıyla hizmetlerini devam ettirerek başta ana caddeler olmak üzere yaş ve kuru hal pazarı, eski buğday pazarı yıktırılıp yerine betonarme buğday pazarı yapılmış bundan başka kasaplar ve manavlar çarşısı, içinde küçük sanayi sitesinin de yer aldığı şehirlerarası otobüs terminali, halkın en önemli geçim kaynağı olan hayvan pazarının tesisi tamamlanmıştır.l963 te ilçe halk kütüphanesi, 19. yılında Siverek'in en önemli tesislerinden olan ve Türkiye süt endüstrisi kurumu (SEK) tarafından kurulan "Süt ve tereyağı fabrikası" açılmıştır. 1923 ile 1996 yılları arasındaki 73 yıllık dönemde Siverek gelmesi gereken seviyeye ne yazık ki gelememiştir.
Bir zamanlar kültür seviyesi yüksek olan Siverek aydınlarının günden güne başka şehirlere göç etmesi, aydın insan nüfusunu azaltmış, köyden şehre akan göçler ise eğitim ve kültür seviyesini iyice düşürüp Siverek'e büyük bir köy ya da şehir köy manzarası vermiştir.
1974 te yetersiz kalan hükümet binasının yerine yenisi yapıldı Siverek ilçe olmadan (1926) evvel eğitime açık olan idadi mektebi (Lise) kapandıktan 37,38 yıl sonra l965 yılında yine aydınların ve yerel basının çaba ve mücadeleleriyle eğitime açılmıştır.
Ondan sonraki zaman içerisinde gerçekten kayda değer sosyal ve kültürel faaliyet görülmemiştir.1965'ten sonra Lise ve dengi eğitim alanında birçok dallarda okullar açıldı.
S İ V E R E K V İ L A Y E T İ
Vilayetin vaziyet ve ahvali umumiyesi.-Varidatı umumiye ve hususiyesi.- mektepler, cemiyetler, şirketler ve fabrikaları,-ihracatı,-nüfusu umumiyesi memurların sıfatı, memuriyetleriyle isimleri.
Vilayetin vaziyet ve ahvali umumiyesi:
Siverek vilayeti, Viranşehir kazasıyla merkeze ait Karakeçi, Karacadağ, Bucak nahiyelerini havi beş yüz seksen köyden ve birçok göçebe aşairden ibarettir. Vilayetin umumi mesahe-i sathiyyesi 13,500 kilometre murabba'ı yani 6.000.000.dönümdür. Bunun sülusanı nispetinde ormanlık ve mütebakisi taşlık olup, kabili ziraat kısmı bir milyon dönümdür.
Siverek vilayeti bir ziraat memleketidir. Arazisinin mümbit ve mahsuldarlığı sayesinde istihsalatı ziraiyesi ihtiyacatı mahaliyeye kâfi geliyor. Senevî 340.000 kilo pirinç 6.000.000 kilo miktar buğday 900.000 kilo arpa hariç sevkiyatta bulunmaktadır.
Vilayetin varidatı umumiyesi 191,185 lira, varidatı hususiyesi 85,000 adet liradır. Vilayetin dâhilinde şirket olmayıp yalınız Viranşehir kazasında bir un fabrikası vardır. Merkez vilayette bir kız ve iki erkek ilk mektebiyle bir iptidai leyli köy mektebi ve merkeze ait muhtelif köylerde dört adet ilk erkek mektebi mevcut olup, bunlara müdavim talebe miktarı ellisi kız ve dört yüzü erkek olmak üzere cem’e dört yüz ellidir.
MÜNTEŞİR GAZETE VE MECMUALAR
İRFAN GAZETESİ: Haftalık olarak siyasi mahiyete Siverek'te intişar eden İrfan gazetesi ilk defa olarak 22 Nisan 339 tarihinde şapiroğrafla ve 3 Şubat 341 tarihinden itibaren de tab makinesiyle tab ve intişara başlamıştır. Pazartesi günleri neşir olunur. Sahibi imtiyazı Siverekli Mehmet Siret efendidir. Heyeti muhaririyesi paşazade Fikri, Kekeizade Mustafa Vasfi, Acemzade Fikret beglerdir. Kendi matbaası mevcut olup adedi tabı üç yüzdür.
ALTIN IŞIK Mecmuası: On beş günde bir ilmi ve edebi mahiyette neşir edilmektedir 341 senesi nisanında tesis ve intişara başlamıştır. Sahibi imtiyazı ve müessisleri Mehmet Siret, Acemzade Mahmud Fikret efendilerdir. Müstakil ser muharriri yoktur. Heyeti tehririyesi Mustafa ve Fikri beglerdir. Adedi tabı beş yüzdür. Kendi matbaası yoktur.
KEŞKÜL
ESER HAKKINDA:
Burada okuyacağınız Siverek tarihi ile ilgili notlar, eski Viranşehir Kadısı Abdul Celilzade Zühtü Efendi'nin "Keşkül" adlı el yazma kitabından aynen yeni Türkçeye aktarılmıştır.
Eser, yazarın oğlu Mehmet Feyzi BAYAR tarafından muhafaza edilmektedir. El yazmasının 436.ile 446.sahifeleri arasında yer alan bu bölümün başında şu ibare bulunmaktadır: "Urfa ilk tedrisat mektebi müfettişi Baki Bey'in istirhamı üzerine Siverek hakkında yazdığım tarihtir"
Siverek tarihi ile ilgili olan bu bölüm, Mehmet Feyzi BAYAR tarafından hiç değiştirilmeksizin bu günkü dile aktarılmıştır. Eserin sonunda yer alan "1.5.931" tarihi bu notların yazılış tarihi değil, el yazmasına geçiriliş tarihidir. Kitabın yazılışı yazarın oğlu Mehmet Feyzi BAYAR'a göre 1926-1927 tarihleridir. Abdul Celilzade Zühtü Efendi, o sıralarda Siverek'te bulunuyordu.
URFANIN KURTULUŞUNDA SİVEREK’İN ROLÜ
Haçlı zihniyetinin, Anadolu’yu emelleri doğrultusunda işgal etmek ve aralarında pay etmek için giriştikleri istilanın bir bölümü olan Urfa'nın işgaline karşı, gerek Urfalının gerekse çevre aşiretlerinin büyük mücadelesi vardır. Bununla beraber işgale karşı gerek örgütlenmede ve gerekse fiili mücadelede, Siverekliler büyük rolü oynamıştır.
Milli mücadele ile ilgili kaynaklarda belirtildiğine göre o zaman için en emin, güvenli ve teşkilatlanmış yer Siverek idi. Bunun için Urfa'daki Ali Saip Ursavaş ve Ali Rıza Bey gibi, güvenliğini tehlikede gören komutanlar hep Siverek'e sığınmışlardır. Ayrıca Fransız işgal kuvvetleri komutanları Villi ve Norman'ın işgali genişletmek için Diyarbakır’a geçişleri Siverek'te başta Cudi paşanın ve diğer aşiret reislerinin akıllı ve kahramanca davranışları sonucu akim kalmıştır.
Siverekliler gerek kendi kurdukları Müdafa'i Hukuk cemiyetlerine gerekse Kuvvai Milliye teşkilatına bütün güçleriyle destek olmuşlardır.1919 yılında Siverek Müdafa'i Hukuk cemiyeti, Siverek müftüsü Yeşilbaş Osman Efendi'nin evinde yapılan bir toplantının sonunda oluşturuldu. Bu toplantıya Cudi Paşa, Mahmut Efendi, Şaraptullu Ömer Ağa, Ramazan Ağa oğlu Mehmet, Küçük Ömerlerin Rüştü, Bekir Köran, Karahanlı Şeyhmus ve Refik Bey katılmışlardır.
Daha sonra Siverek Müdafa'i Hukuk cemiyetinin başına Cudi Paşa getirilmiştir.
Siverek Müdafa'i Hukuk cemiyeti üyeleri;
Başkan: Cudi Paşa
Üyeler: Odabaşızade Mahmud Efendi(Meclis-i Mebussan Üyesi),
Ramazan oğlu Mehmet Ağa,
Refet Bey,
Karahanlı Şeyhmus,
Molla Şeyh,
Şaraptullu Ömer Ağa
Bu cemiyetin kuruluşundan sonra Kuvvay-ı Milliye Heyetlerine daha düzenli bir şekilde yardım yapılmıştır.
Sivas Kongresi'nden sonra oluşturulan Heyet-i temsilliye ile irtibata geçerek Milli Mücadeledeki görevlerini harfiyen yerine getirmişlerdir. Özellikle Urfa'nın kurtuluşunda en büyük cephane, ilaç ve diğer savaş ihtiyaçları Siverek Müdafaa-ı Hukuk Cemiyetince yerine getirilmiş ve Siverekliler bu konuda hiç bir fedakârlıktan kaçınmamışlardır. Ayrıca Fransızların Güneydoğuyu işgallerini protesto ederek telgraf çekmişlerdir.
SURUÇ İLÇESİ
Güneydoğu Anadolu Bölgesinde (Orta Fırat Bölümü), Şanlıurfa İli’nin 45 km güney batısında yer alan, Suriye ile sınırı teşkil eden demiryolu üzerindeki Mürşitpınar Köyü’ne 10 km uzaklıkta olan tarihi bir ilçedir. Kaynaklarda SERUĞ diye geçen bu şehrin İbrahim Peygamber ile çok yakın ilişkisi vardır. İbrahim Peygamberin babası Azer, dedesi Nahor’un babası SERUĞ’ dur. Tarihte adı SERUĞ olan bu ilçemiz ile İbrahim Peygamberin atası SERUĞ aynı adı taşımaktadır. SERUÇ, bu ilçenin asıl adıdır. Bu yöre, eskiden beri cins at yetiştiriciliği ile meşhurdur. Atların eğeri ile uğraşan ve imal eden kişilere “Saraç” denilmektedir. Suruç bu kelimenin çoğulu olup, İlçenin isminin bu kelimeden geldiği tahmin edilmekte; Saraçlar anlamında, Suruç olarak söylene gelmektedir.M.Ö. Asya’dan göç eden Sümerler, Mezopotomya’da medeniyet kurmuşlardır. Sümerler ve Akad Türkleri, Saruğ Ova’sında Suruç ilçesini BATNA ismi ile anmışlardır. Daha sonra İskit ve Asurlular, Sümerler ve Akadlar’ı ortadan kaldırarak, Suruç’u, “Tepartip” adıyla Birecik İlçesi’ne bağlamışlardır. Sümerler Mezopotamya’da hakimiyetlerini sürdürürken, Mısır’a akın eden Kiksos Türkleri geçici bir zaman için buraya yerleşmişlerdir. Roma İmparatoru Büyük Konstantine M.S.35. yılında öteki ilçelerle birlikte Suruç’u da Şanlıurfa (Rüha) İline bağlamıştır. Aradan hayli zaman geçtikten sonra Suruç, bu defa da Kudüs Krallığı’na bağlanmıştır. Tarihi eski çağlardan beri bilinen Suruç İlçesi’ni, Romalılardan, İyat Bin Ganem, barış yoluyla almış ve Abbasilere bağlamıştır (M.S.639). O zaman Suruç, Urfa’dan ayrı bir ilçe olduğu için, Urfa’daki Türk Kavimleri, Araplara karşı gelerek Suruç’u Abbasilerin elinden kurtarmışlardır. Coğrafi Konum: Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde, Şanlıurfa İline bağlı bir ilçe olan Suruç, batısında ve Birecik, doğusunda Merkez ilçe, güneydoğusunda Akçakale, kuzeyinde Birecik ve Bozova, güneyinde de Suriye ile çevrilidir. Şanlıurfa’nın güneybatı kesiminde yer alan Suruç’un toprakları Şanlıurfa Platosundan Suriye’ye gidildikçe alçalan düzlüklerden meydana gelmiştir. Suruç Ovası ismi ile anılan bu düzlüğün yüksekliği 1000 m.ye yakındır. Suruç Ovası batı, kuzey ve doğudan Güvercik, Cudi ve Devres Dağları ile çevrilidir. Suruç Ovası dışında doğudan batıya doğru devam eden yükseltileri çok fazla olmayan dağınık tepeler bulunmaktadır. İlçe topraklarının kuzeyinde yaz aylarında kuruyan cılız akarsular dışında başka, önemli bir akarsu bulunmamaktadır. Şanlıurfa’ya 45 km. uzaklıktadır. İlçenin yüzölçümü 706 km2 dir.
Viranşehir
Sümer, Hitit ve Asurlular döneminde “Tilla, Tella, Tilli” Romalılar döneminde “Constantina” , İslam Uygarlığı döneminde ise ”Tell-Mevzelaht, Tel-Mevzen , Tel-Muzin , Tilmuz ve Örenşehir “ isimlerini alan şehir,tarihte çok yıkılıp yakıldığı için şehre harap anlamına gelen “Viran” kelimesi eklenerek “Viranşehir”ismini almıştır M.Ö.2750 yılından itibaren tarih sahnesinde yerini alan Viranşehir’in tarihi her ne kadar M.Ö.2500-3000 yıllarına kadar inmekteyse de bulunan yeni mezar taşları, kentin tarihinin ilk insanların tarihine kadar uzandığını işaret etmektedir.
Viranşehir, tarihi ipek yolunun üzerinde yer alışı ve çok verimli bir ovaya sahip olması nedeniyle ticaret ve tarım alanında yukarı Mezopotamya’nın önemli bir merkezi olmuştur.Bu konumundan dolayı eski devirlerde bir çok saldırılara,istilalara maruz kalmıştır. M.Ö.1900 yıllarında Viranşehir bir Hitit kentidir. Hititler,bu Viranşehir’i Asurilere bağlı beyliklerin elinden almıştır.Bir ara Lidya Kralı Krezos’un idaresinde kalmışsa da M.Ö.4.yüzyılda tekrar Hitit imparatorluğuna katılmıştır.
Arzana adlı bir beyliğin hükümet merkezliğini de yapan Viranşehir, M.Ö.1115’te Asurluların eline geçti. Daha sonra İranlıların egemenliğine (M.Ö.521-485), Makedonyalılar (M.Ö.336-323), ardından da Seleukosların ve Romalıların (M.Ö.173) egemenliği altına girmiştir.Milattan önceki tarihinde Hurri-Mitanni, Asur, Arami, Med, Pers , Keldani ve Roma (Bizans) medeniyetlerini yaşayan kent, milattan sonra ilk dönemlerde İran-Roma arasındaki daimi çekişmeye neden olmuştur. Hicret’e kadar (M.S.623) bu çekişmenin içerisinde bulunan Viranşehir, hicretten sonra güneyden gelen İslam ordularının Komutanı Ganem tarafından fethedilmiştir. Kısa bir süre Hamdanilerin eline geçtiyse de (M.S.873) Abbasiler, Mü’tezit komutasında tekrar Viranşehir’i fethetmiştir.
(M.S.894) Melikşah zamanında Selçuklular Devletine bağlanan Viranşehir zaman zaman Bizans, Selçuklu, Arap, İran ve Artuklular arasında el değiştirmiştir. M.S.1071 ‘de Selçuklular, 1108’de Mardin Artukluları1202’de Musul Atabeyi Nurettin Zengi tarafından fetih edilir. 13.yüzyılda Viranşehir’de bir fetret devri yaşatan Hülagular’ın işgali başlar(1258). Hülagular, kenti yakıp yıktıktan sonra Mardin’e çekilir. M.S.14.yy’ın 2.yarısında ise,Timur’un işgaline uğrar(1400). Hülagular’ın etkisinden kurtulan kentte yine taş üstünde taş bırakılmaz. Timur tarihin en büyük katliamını burada yapmış, bir söylentiye göre de Timur’un “Taş üstünde taş,omuz üstünde baş bırakmayacağım” sözünü burada söylediği sanılır. Viranşehir, daha sonra Akkoyunlu , Karakoyunlu ,Arap ve İran’lıların (Sasaniler) arasında el değiştirdikten sonra1516 yılında Osmanlı egemenliği altına girmiştir.
Ortagonal roma tapınağı (Dikmeler) Roma imparatoru Hadrianus’un Nil nehrinde boğulan sevgilisine hitaben yaptırmış olduğu rivayet edilen bir tapınaktır. Bazalt kesme taşları ile 14 ayak üzerine iki katlı olarak inşa edilen tapınak, Bizans döneminde kiliseye dönüştürülmüş, Timur’un şehri fethi sırasında tahrip edilmiştir.Tapınağın planı altıgen bir yapıdadır.Tapınak bazalt taşlarla inşa edilmiştir.Ortası altıgen planlı talas tipinde olan tapınağın kültür merkezi de bulunmaktadır.Yine bu mekanın dışında aynı planlı dairesel bir galeria vardır.Bu galeriadan ortadaki talas mekana iki kapıdan girilmektedir. Ortadaki talas mekan üzeri açık , tek katlı kutsal bir mekandır.Galeria kısmı ise iki katlı olup birinci kat ,ortadaki talas yapı ile aynı yükseklikte idi. Dini ayinler talas mekanın içinde yapılırken galerianın üst katında da bu ayin izlenebilmekteydi. 1900’lü yılların başında halk arasında dikme olarak adlandırılan tapınak ayaklarından 8 tanesi ayakta olmasına rağmen günümüze sadece 1 dikmesi sağlam gelebilmiştir.Ayakta kalan bu dikme, iki katlı bir mimariye destek olarak yapıldığı izlenimini vermektedir. Şehir merkezinde bulunan bu yapı Köylere Hizmet Götürme Birliği tarafından korumaya alınmıştır.
Çemdin Kalesi (Eski kale) Viranşehir-Şanlıurfa Karayolunun ,25.Km.sinden yolun güneyine sapan stabilize yolun 9.Km.sinde bulunan Çemdin Kalesi Romalılar tarafından inşa edilmiştir. Kale, konumundan dolayı birkaç kez el değiştirmiş ve çeşitli uygarlıklar tarafından genişletilerek onarılmıştır.Bazı kaynaklarda bu kalede üç medeniyetin izleri bulunduğu ifade edilmektedir. Kale,yüksek bir tepede sert kalker taşlarından inşa edilmiştir.Kale ve çevresindeki kayalık alanlar oyularak mesken haline getirilmiştir.On iki burç ve iki gözetleme kulesinden yapılmış olan bu kalenin sur ve burçları, beyaz kesme taşlarla örülmüş, iç kısımları dolgu malzemesi ve harçla doldurularak 3-4 metre kadar kalınlaştırılmıştır.Surlar 8-10 metre, burçlar ise 13-14 metre yüksekliğindedir. Kalenin etrafında savunma amaçlı yapılmış ve içi sürekli su ile dolu olan 5 metre derinliğinde ve 5 metre genişliğinde bir savunma hendeği vardır. Kalede biri doğuda diğeri batıda olmak üzere iki kapı bulunmaktadır. Bu kapıların önünde ve savunma hendeğinin üzerinde kaleye geçilmeyi sağlayan iki seyyar köprü bulundurulurdu. Kale günümüze iyi durumda gelebilen anıt eserlerden biridir.
Kızlar Sarayı Viranşehir-Şanlıurfa Karayolunun 29.Km.sinden güneye doğru 20 Km mesafededir.Kızlar sarayı tepelik bir yer olup kalkerli kayadan oluşur ve geniş bir alanı kaplamaktadır.Kayalıkların güney kısmında kalkerli kalsit taşlardan sarayın kalıntıları halen bulunmaktadır.Sarayın altında yer altı çarşısı bulunmakta olup kapısı ve havalandırmaları da mevcuttur. Hanefiş (Akkese ) Kilise ve Mağaraları Viranşehir’in Kırlık Köyü’nden güneye doğru 6.km.de bulunur. Bu kilise ve mağaralar, dere ağzındaki kayaların oyulmasıyla yapılmıştır. Kilisenin girişinde çeşitli hayvan kabartmaları bulunmaktadır.
Şemun Manastırı(Yolbilen Köyü) Yolbilen Köyünün orta yolbilen (hafdamal) mezrasında inşaat yapımı sırasında temel kazısı sonucu tesadüfen ortaya çıkarılan ve M.S.873 yılında yapıldığı söylenen bu manastır, bazı kaynaklara göre, dünyanın ikinci büyük manastırı olarak kabul edilmektedir. Daha sonra yapılan yapılan kazılarda manastırın doğusundaki azizler mezarlığı ortaya çıkmıştır.Aziz Şemun tarafından yaptırıldığı tahmin edilen manastırda, başta şemun olmak üzere, Halfin, Yuhannun, Elişa ve Tuma mezarları olduğu söylenen mezarlar ortaya çıkarıldı.Bu Manastırın bulunduğu çevrede çok sayıda mağara bulunmaktadır. Viranşehir Köylere Hizmet Götürme Birliği tarafından geçici olarak koruma altına alınan manastırın, Mardin’deki Deyrul zafaran manastırından iki kat büyük, Antakya’daki manastırdan ise küçük olduğu Mardin’deki Süryani çevresi tarafından ifade edilmektedir.
Araştırma yazı Gül,Tekin Gün
Şubat 2019
Beğen
Beğenme
Tavsiye et
Rapor et
Yazdır
2154
Yer
Kültür-Sanat
1.9.2020
1
kişi beğendi
0
kişi beğenmedi
Etiket
#antikçağ'daurfaveilçeleri
  
Kaynak
Yorum yapabilmek için
Üye Olun
veya
Giriş
yapın
Tekin Gün
adlı kullanıcının
diğer yazıları
Piri Reis
Tekin Gün
1791 okuma
Ayvaini Mağarası
Tekin Gün
1034 okuma
Ainos Antik Kenti-Enez
Tekin Gün
1055 okuma
Doğa Turizmin Cenneti Mustafakemalpaşa Sünlük
Tekin Gün
813 okuma
Tarih Türkler'de Başlar-İskandinavların Türk
Tekin Gün
2725 okuma
Tarih Öncesi Malatya
Tekin Gün
1553 okuma
Bithynia'daki Antik Kentler
Tekin Gün
1933 okuma
Gaziosmanpaşa-İstanbul
Tekin Gün
1313 okuma
Kaklık Mağarası
Tekin Gün
1022 okuma
Daskileion-Bandırma
Tekin Gün
1422 okuma
Mayalar - Türkler
Tekin Gün
1446 okuma
Pamfilya Kentleri-Boyları
Tekin Gün
1478 okuma
İnka, Maya, Aztek Ve Türk Ortak Kültürü
Tekin Gün
777 okuma
Girne Kalesi-Kıbrıs (Cyprus)
Tekin Gün
1291 okuma
Knidos Antik Kenti-Datça / Muğla
Tekin Gün
1405 okuma
Birşeyler yaz
Sadece Ben
Bağlantılarım
B.Bağlantıları
Herkes
Yazıyı Mootol duvarına paylaşmak için
üye ol
veya
giriş
yap
http://www.mootol.com/Yazi2506/antik-cagda-urfa-ve-ilceleri
Adınız :
Gidecek E-posta :
Gönder
Tanıdıklarını haberdar etmek için
üye ol
veya
giriş
yap
Adınız :
Rapor nedeni :
Rapor et
Yazı içeriğini rapor etmek için
üye ol
veya
giriş
yap